Jump to content

Bilimsel Videolar

  1. Dünya Neden Dönüyor?  

    Sadece dünya değil, diğer gezegenler de, uyduları da, Güneş de, güneş sistemi de, galaksiler de dönüyorlar. Bütün bu dönüşlerin ne zaman, niçin ve nasıl başladıkları bilinmiyor. Dünyanın dönüş sebebi basitçe, başlangıçta gaz bulutu şeklinde olduğu, bu gaz bulutunun sürekli döndüğü, sonradan katılaşıp dünya oluşunca onu durduracak bir kuvvet olmadığından dönmesine devam ettiği şeklinde izah ediliyor.
    Dünyanın ve güneş sisteminin oluşumu ile ilgili en çok kabul gören varsayıma göre 10-15 milyar yıl önce bir gaz bulutu oluşmaya başlıyor. 5-6 milyar yıl önce muhtemelen yakınlarda bir yerde bir süpernova patlamasından oluşan şok dalgaları, gaz ve toz parçalarından oluşan bu bulutun dönmeye başlamasını sağlıyor.
    Başlangıçta bir küre görüntüsünde olan bulut gittikçe daha hızlı dönüyor ve yoğunlaşıyor. Bunun sonunda da şekli düzgün bir disk halini alıyor. Merkezkaç kuvvetin etkisiyle bir miktar madde merkezden dışarı doğru atılıyor. Kendi aralarındaki çekim güçlerinin etkisiyle birleşen bu parçalar, dünya ve diğer gezegenleri oluşturuyorlar. Merkeze doğru çökenlerden de Güneş meydana geliyor.
    Dünyanın ve gezegenlerin hem kendi çevrelerinde hem de Güneş'in etrafında aynı yönde, aynı düzlemde ve Güneş'in dönüş yönü doğrultusunda dönmeleri bu teoriyi destekliyor. Ancak Venüs'ün diğer gezegenlere göre ters yönde dönmesi, Uranüs'ün kutbu Güneş'e bakacak şekilde tepe taklak dönmesi, Pluto'nun diğerlerine göre hayli eğik düzlemi de teoriyle çelişiyorlar.
    İlk olarak 1687 yılında Sir Isaac Newton'un 'Hareketlerin Kanunları' isimli kitabında belirttiği gibi, eğer bir şey hareket ediyorsa ve ona hiçbir dış kuvvet etki etmiyorsa hareketine sonsuza kadar devam eder. Dünyanın ilk dönüş hareketini nasıl kazandığı tam olarak bilinmiyorsa da onu etkileyecek önemli ölçüde bir dış kuvvet olmadığından dönüşüne epey bir süre devam edeceği kesin.
     
  2. Ay olmasaydı ne olurdu?  

    Güneş sistemimiz oluşurken koşullar çok az farklı olsaydı, bizler için her şey değişik olabilirdi. Dünyanın madde dağılımı, büyüklüğü, enerjisi, dönme ekseni açısı, atmosfer ve mevsimler çok farklı olabilirdi. Dünyamızda hayat belki yine gerçekleşebilirdi ama farklı şekilde. Peki bu oluşum içinde ayın görevi nedir? Nasıl oluştuğu ve dünyanın yörüngesine nasıl girdiği hala büyük bir sır olan Ay'ın bu mükemmel düzen içindeki yeri nedir? Yaşamın oluşmasına ne katkısı vardır? Ay olmasaydı ne olurdu?
    Dünyadaki yaşam koşulları bakımından Ay'dan kaynaklanan hiç bir olumsuz etken yoktur. Yani Ay'ın varlığının hiç bir zararı yoktur. Ya yararı?
    Ay'ın dünya üzerindeki en büyük etkisi, çekim gücü nedeniyle onun kendi etrafındaki dönüş hızını yavaşlatıp, bildiğimiz günlük periyoduna getirmesidir. Ay'ın olmaması dünyanın dönüş hızının artmasına, yaklaşık 15 saatlik bir gün süresinin oluşmasına sebep olacak, günler kısalacak, canlılardaki biyolojik saat alt üst olacak, yaşam biçimleri ve yapıları farklılaşabilecek, buna ayak uyduramayanlar yok olacak, fırtına, kasırga gibi atmosferik olaylar çok şiddetlenecekti.
    Neyi değiştireceği bilinmez ama Ay'ın yokluğunda artık Ay ve Güneş tutulmaları da olmazdı. Dünya üzerindeki gel-git olaylarının yüzde 70'i Ay'dan, diğer yüzde 30'u ise Güneş ve gezegenlerden kaynaklandığı için Ay olmayınca, gel-git olayları da yüzde 70 azalırdı.
    Denizlerdeki gel-git olayı en çok Kanada'da Fundy körfezinde meydana gelir. Bu sırada deniz 15,4 metre yükselir. Bu olay Manş sahillerinde 11,5 metre, Çanakkale Boğazı'nda 5-6 santimetre olup İstanbul Boğazı'nda pek hissedilmez. Ay'ın etkisiyle yalnız denizler değil karalar da hareketlenir. Kara parçalarında saptanan en büyük yükselme ise 50 santimetredir.
    Astronomik gözlemlerde nasıl atmosferimiz iyi görüş almamıza mani teşkil ediyorsa Ay'ın ışığı da öyledir. Öyleyse Ay'ın olmaması bu konuda faydalı olacaktı. Dünya'nın yörünge hareketindeki Ay'dan kaynaklanan küçük salınım hareketleri yavaş yavaş ortadan kalkacak ama dünyanın dönme ekseni bundan pek etkilenmeyecekti.
    Ay uzay boşluğunda başıboş gezen göktaşlarına karşı bir kalkan görevi yaptığından, yokluğunda dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilecekti.
    Ay olmayınca etkinliklerini geceleri Ay ışığında sürdürebilen bir çok canlı türü de bunu yapamayacaklardı. Ay olmasaydı insanların dolunaydan etkilenmesi ve kurt adam hikayeleri de ortadan kalkacak ama en önemlisi romantik çiftlerin el ele tutuşup seyrettikleri, gökyüzündeki o muhteşem manzara olmayacaktı.
     
  3. Dünya giderek daha da ağırlaşıyor mu?  

    Bir cismin ağırlığı, dünyanın o cisme uyguladığı yerçekimi kuvvetidir. Bu nedenle dünyanın kendi ağırlığından bahsetmek biraz anlamsızdır. Dünyanın ağırlığı bir başka kuvvet tarafından çekildiğinde söz konusu olabilir. Bir cismin kütlesi ile ağırlığı arasındaki fark da buradadır. Dünyada bir kilogram ağırlığında olan bir cisim Ay'da tartıldığında altıda biri kadar gelir ama o cismin kütlesi her iki yerde de aynıdır.
    Bir cismin kütlesi mesafe ve kütlesi bilinen bir başka cisimle arasındaki çekme gücüne göre hesaplanabilir. Bu şekilde hesaplanan dünyanın kütlesi 5,98 sekstrilyon (yirmi bir sıfır) tondur.
    İnsan nüfusunun artmasının, yeni bitkilerin oluşmasının bu kütleye etkisi sıfırdır. Yeni canlılar dünyada zaten var olan atom ve moleküllerden yapıldıklarından yoktan var olmazlar (topraktan gelip toprağa gitmek).
    Dünyanın kütle değişimini etkileyecek iki ana unsur vardır. Uzaydan gelen göktaşları ile atmosferden uzaya kaçan bir takım hafif elementler. Dünyanın kütlesi en sağlıklı olarak Ay'ın yörüngesine göre hesaplanır. Ancak dünyaya gelen ve gidenler toplam kütle içinde Ay'ın yörüngesini etkileme açısından o kadar az yer tutarlar ki en hassas ölçümlerde bile dünya azaldığını mı yoksa arttığını mı söyleyebilmek mümkün olamaz.
    Araştırmacılar bu konuda ikiye ayrılmış durumdalar. Birinciler dünya yüzeyine her sene 10 bin ila 100 bin ton arası ve toz düştüğünü, bu nedenle her yıl dünyanın kütlesinin yanaşık 50 bin ton arttığını ileri sürüyorlar. Ne var ki dünyamıza seçmiş ömrü boyunca yani 4,5 milyar yıl süresince düşen göktaşı ve toz miktarının toplam 225 trilyon ton olan ağırlığı dünyanın kütlesinin 0,000004'ünü bile geçmiyor.
    İkinci görüşe göre atmosferimizde gaz molekülleri devamlı hareket halindedirler. 700 kilometre yükseklikten sonra başlayan 'exosphere' tabakasında yoğunluk o kadar düşüktür ki hidrojen ve helyum gibi çok hafif atomlar buradan uzaya kaçabilirler.
    Hidrojen atomları zaten zaman içinde uzaya kaçmışlardır. Sürekli olarak radyoaktif çürümelerle yeryüzünde üretilen helyum atomları ise atmosferin en üst tabakasından uzaya kaçmaya devam etmektedirler. Bunun yıllık miktarının 1,4 milyon ton olduğu ileri sürülüyor. Bu miktar gelen göktaşı ve toz miktarının yanında o kadar büyüktür ki dünya kütlesinin her yıl l ,4 milyon ton azaldığı söylenebilir.
    Her iki görüşün doğruluğu da sağlıklı ölçümlerle ispatlanamamıştır. Doğru oldukları kabul edilse bile Güneş ile birlikte 5 milyar yıl sonra ömrünü dolduracağı hesaplanan dünyamızın kütlesinin yanında hiçbir zaman kayda değer bir oran oluşturmayacaklardır.
     
     
  4. Maymunlar Neden İnsan Olmuyor?  

    Animasyon Bilgileri:
    Sanat Yönetmeni: Dina Akçay 
    Animasyon: Onur Şahin&Dina Akçay 
    Metin: BilimFili.com
    Seslendirme: Onur Çobanoğlu (http://bit.ly/2WUMVuf))
    Müzik: Nuclearmetal (https://goo.gl/m6p3vf)
  5. Resifler ve İnci Balığı  

    Resifler arasında bir deniz hıyarı içinde kendine gizli yer yapmış inci balığı ile (Encheliophis gracilis) karşılaşır iseniz şaşırmayın
     
  6. Gerçekten tehlikeli 10 böcek türü  

    Belgesel tadında, kısa ama öz bilgi, incelemenizi tavsiye ederim.
     
  7. Yarasalar gibi yansıma tekniği kullanan, görme engelli Daniel Kish  

    Yakalandığı bir hastalık sonucu 13 aylık iken görme yetisini kaybeden Daniel Kish, geliştirdiği yeteneği sayesinde bilim dünyasında bir ilk olmuş. Dili ile çıkardığı ses sayesinde çevresindeki nesneleri en ince detayına kadar, dokunmadan tasvir edebilen Kish’e, yarasaların da aynı metodu kullanmasından dolayı yarasa adam lakabı takılmış.
    Bina gibi büyük objeleri 300 metreden tüm detayları ile tasvir edebilen, bir topu geniş bir alanda çabucak bulabilen Kish’in en büyük hedefi, bu tekniği diğer görme engellilere de öğretmek. Videoda, Kish’ in bu tekniği günlük hayatında nasıl kullandığını izleyebilirsiniz.
     
     
  8. Muhteşem Yüzen Memeli Kapibaralar  

    Kapibaralar yarı suda yaşayan memelidirler ve muhteşem yüzücüdürler. Nefeslerini su altında tek seferde 5 dakikaya kadar tutabildikleri bilinir. Fernando Maydana'nın bu klibi, bir kapibarayı muhtemelen daha önce hiç görmediğiniz gibi gösteriyor:
    Kaynaklar:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Capybara#Ecology
    https://www.instagram.com/p/CCpLRAip23V/
  9. Çeloit - Silikat Mineral Türü  

    Çeroit (K(Ca,Na)₂Si₄O₁₀(OH,F)·H₂O), ilk olarak 1978'de tarif edilen ve Chara Nehri'nin adıyla isimlendirilen nadir bir silikat mineralidir. Bugüne kadar yalnızca Sakha Cumhuriyeti, Sibirya, Rusya'dan bildirilmiştir.
    Kaynak:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Charoite
  10. Aşı lanma oranı %5 düşerse ne olur?  

    Pittsburgh Üniversitesi Tıp Merkezi tarafından yapılan bu ilginç simülasyon, aşı oranlarındaki %5'lik bir düşüşün bazı Teksas şehirlerinde kızamık hastalığında salgın boyutunda %4.000'lik bir artışa neden olabileceğini göstermektedir.
    Kaynak:
    https://www.upmc.com/media/news/082119-sinclair-fred-texas
  11. ABD’nin yeni kruvazör koruyucusu Ghost  

    Bu, ABD’nin yeni kruvazör koruyucusu “Ghost”tur. ABD donanması bunu, bir kruvazörü İran’da bota konulan bomba ile saldırıya uğrayınca istedi. Ghost serisi bu mini silahlı sürat tekneleri, kruvazörleri, korsan saldırılarına ve kamikaze botlara karşı koruyacak. Teknelerin hızı nedeni ile hedef alınması çok zor. Bu hıza neden olan şey, önden çekişli motoru.. Önden çekişli motor, hem gemiyi dalgaların çarpmasına karşı muhafazaya alıyor hem de oluşan hava kabarcıkları teknenin ayaklarını sarıyor ve daha süratli yol alabilmesi için su ile olan sürtünmesini azaltıyor.
    https://www.smithsonianchannel.com/shows/combat-ships/stealth/1004831/3482689
  12. NASA, Ay'a gitmek konusunda ciddi görünüyor.  

    NASA, Ay'a gitmekte ciddi..
    Bunlar NASA'nın yeni 'Ay' araçları.. Kimileri hâlen 1969'da Ay'a gidilip gidilmediğini sorgulaya dursun.. (ki NASA da bu tartışmayı bitirmek isterdi ancak detaylı iniş görüntüleri kaza eseri yok oldu. -3.- Sadece hepimizin bildiği kesitler var.) ..NASA, Ay'daki uranyum, altın gibi kaynakları ülkesi için toplamayı nasıl yapacağını iyice planladı. İniş, Ay'ın güney kutbuna yapılacak -2-. Videoda göreceğiniz; insanların hareketini kolaylaştıran, kolay giyilebilen yeni uzay kıyafeti, Ay arabası gibi araçlar da yörüngeden tespit edilen materyalleri doğrulamada yüzeydeki personele yardımcı olacak.
    Kaynaklar:
    1. https://solarsystem.nasa.gov/…/10-things-what-we-learn-abo…/
    2. Yeni görevin iniş alanı: https://www.nasa.gov/…/moon-s-south-pole-in-nasa-s-landing…/
    3. https://www.reuters.com/…/moon-landing-tapes-got-erased-nas…
  13. Mavi balina, tek sürü saldırısında, 500 kg kril yutabilir.  

    Bir mavi balina, yoğun bir sürüye saldırırsa, 500 kg kril yutabilir. Bu tek bir ağızda yenen 457.000 kalori demektir. Bahsi geçen miktar, bu harika devin yeme aksiyonunu gerçekleştirmek için harcadığı enerjinin neredeyse 200 katıdır.
    Kaynak:
    Nationalgeographic.com
    https://on.natgeo.com/2S8YLlq
    Gif: (Slater Moore)
    https://www.instagram.com/slatermoorephotography/
     
  14. HBC 672 yıldızının özel şovunu izleyin.  

    Bu çok özel oluşumun yeni doğmuş bir yıldızın daha önce görülmeyen, gezegen oluşturan bir disk olduğu düşünülüyor. Daha önce “Gölge hareket ediyor. Bir kuşun kanatları gibi kanat çırpıyor!” şeklinde şaşkınlıkla ifade edilen gözlem, animasyonun sonunda göreceğiniz gibi neticelendi.
    Kredi: ESA/Hubble, Digitized Sky Survey, L. Calçada, Nick Risinger (skysurvey.org)
    https://www.nasa.gov/feature/goddard/2020/hubble-sees-cosmic-flapping-bat-shadow/
  15. Nikola Tesla Buluşları ve Hayatı  

    Dünya'nın bugüne kadar gordugu son dahi, kim ne derse desin, Nikola Tesla'dır. Kimi kaynaklarda sirp kokenli amerikali olarak kayitlara gecse de, 10 temmuz 1856 yilinda gunumuz hirvatistan topraklarinda dunyaya gelmistir. Onu her ne kadar alternatif akimin yaraticisı veya elinde elektrige bagli olmayan ampul fotografiyla tanisaniz da, Tesla son yuzyilin yetistirdigi en buyuk mucitlerden biri olarak tarih sayfalarindaki yerini almaktadir.
    Bu bolumde onu bu kadar ozel kilan hayatı, karakteri, icatlari ve dunyanin ona yetismekte cektigi teknoloji  yetmezligine deginecegiz. Elektriğin kullanımını kökünden değiştirmesi ve gelecekte kullandığımız tüm elektronik eşyaların alt yapısını hazırlayan “Son dahi”, başlıyor. Avusturya İmparatorluğu zamaninda doğup büyüyen Tesla, lise yıllarında dönemin salgın hastalıklarından koleraya yakalanarak, 9-10 ay gibi bir süre yatağa bağlı kaldı. Babası rahip olmasını isterken, Tesla, hastalığı sayesinde babasını ikna ederek 1870'lerde mühendislik ve fizik alanında kariyer yapmak istediğini söyledi ve babasının da rızasını alarak donemin iyi okullarindan Higher Real Gymnasium’a gidiyor.
    Görsel hafızası, 3 boyutlu düşünme yeteneği ve matematik alanında yakaladığı başarıyı üniversitede de kullanan Tesla, okuduğu okulu 4 yil yerine 3 yilda bitirerek aslinda ilerde yapacagi inanilmaz buluslara ac oldugunu da o yaslarda gosteriyordu. Yillar icinde bir cok is yapmaya calisan Tesla umdugunu dogdugu topraklarda bulamadi. Önce budapeşteye gidip telefon teknisyeni olarak çalışan Tesla, burada gelecekte yapacağı buluşlara iyi bir alt yapı hazırladı. Daha sonra Fransa’ya geçen isim burada da istediğini elde edemedi ve hayatini kokunden degistirecek bir kararla 1884 yılında vatandaşı olacağı Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti.
    Amerika o zamanlarda da bir cok insan icin umulmadik firsatlar sunuyordu. Tesla’nın aklında da para kazanmak ve bu parayı uzerinde calistigi icatlarina harcamak yatıyordu. Burada gelecekte elektrik sanayisinde rakibi olacak hocası Thomas Edison ile tanıştı ve onun şirketinde mühendis olarak işe başladı. Dönemin en büyük problemlerinden biri Thomas Edisonun icat ettiği doğru akım ile çalışan sistemin hatalarıydı. Nikola Tesla, başarılı grafiği ve çalışkanlığıyla bir anda şirkette önemli bir konuma gelerek Edison'un ilgisini çekti. Edison da, ondan doğru akımın hatalarını bulmasını ve düzeltmesini istedi. Bu görevi kusursuza yakın bir şekilde başarıyla tamamlayan tesla Edison'un, “bu işi hallederse yüklü miktarda para alacağı vaadini” yerini getirmemesi üzerine hem işinden hem de hayallerinden bir süre uzak kalarak, işinden ayrıldı.
    New York'da yaşamanın zor olduğu yıllardı ve Tesla kendini metro inşaatında çalışırken buldu. Fakat yapacakları bitmemişti ve şirkette çalıştığı dönemde kurduğu bağlantılarla, yaptığı projelerine yatırım alma  arayışı devam etmişti. Çünkü Amerika'da o yıllarda elektrik şirketleri kurulmaya başlanmış, büyük atılımlar yaşanıyor ve herkes bu büyük pastadan pay almak istiyordu. 
    Bir gün geldi ve onun bu düşüncelerine saygı duyup çalışmalarını kendi laboratuvarında yapmasına olanak sağlayacak adamla tanıştı. George Westinghouse ile. Edison'un kurduğu General Elektrik şirketi ile Westinghouse'un şirketi arasında yaşanacak rekabet yıllar sürecekti. Patent savaşlarından, Amerika'daki eyaletlere sahip olmaya kadar. Bunun altında yatan en büyük savaş ise Edison'un doğru akımı ile Nikola Tesla'nın geliştirdiği alternatif akımdı. Doğru akım yani DC, elektrik yüklerinin yüksek potansiyelden alçak potansiyele doğru sabit olarak akmasıdır. Alternatif akımdan farkı, elektrik yüklerinin aynı yönde akışı ve şiddetinin değişmemesidir. 
    Alternatif akım ise yani AC her iki yönde de elektriğin iletilmesini sağlayarak daha sorunsuz bir çalışma prensibine sahiptir. Burada aslında bilinmesi gereken en önemli unsur doğru akımda, belirli bir alanda güce bağlı olarak, akımın boyu uzadıkça gücünün azalmasıydı. Edison bunu çözmek için uğraşıyordu. Ve elektriği tüm kıtaya yaymak ve sağlıklı verimli kullanılmasını istiyorsanız bir kaç kilometrede bir bu akımı kuvvetlendirmeniz için santral kurulması gerekliydi. Ayrıca bu akımı destekleyecek kabloların da büyük ve geniş olması gerekmekteydi ki, tüm kullanıcılar eşit ve verimli enerjiyi kullanabilsinler. Fakat şehirlerimizin her yerinde bu tarz kablolarla yaşamak, hem sağlığımıza zararlıydı hem de yaşanabilecek kazalara davetiye çıkarıyordu, üstelik görüntü kirliliği de cabasıydı. Fakat Tesla bu problemlerin AC sistemleriyle görünmeyeceğini, özel davetlerde büyük organizasyonlarda geceyi aydınlatarak gösterdi. 
    İnsanlar o dönem balolar, özel iş yemekleri ve kutlamalarda geceleri misafirleri için elektrik kiralarlardı ve bunu özel şirketler sayesinde sağlarlardı. Bu sebeple mücadele çetin ve tamamen insanların gözünün gördüğü bir şey olduğu için, karar mekanizmaları Edison mu Tesla mı diye hemen karar verebiliyordu. Fakat o zamanın şirket savaşlarında şimdiki gibi etik kurallar yoktu! Tesla'nın şirketi işler almaya ve popüler olmaya başladıkça Edison küplere biniyordu ve alternatif akımı kötülemek için işi sokaklarda alternatif akıma bağlı hayvanları öldürmeye kadar götürmüştü.
    Alternatif akımın çok kuvvetli, ihtiyaçtan fazlasını veren ve tehlikeli olacağı içinde evlerde kullanılmaması tezinden faydalanıyordu. Fakat bunların ardından Tesla, kimilerinin sihirbaz derecesinde bir adam olduğunu düşünmesine neden olan o fotoğrafı çektirdi. Tesla bobini ile yakılan, bir yere bağlı olmayan, yanan ampülü elinde tuttuğu fotograf, dünya tarihine geçti. Bu fotoğraf elektriğin zararsız da olabileceğini gösteriyor ve konunun “bakın elimde tutuyorum ve ölmüyorum” diyen Tesla’nın lehine kapanmasına sebep olacaktı.
    Çalıştığı zaman süresince tanıştığı bir çok iş adamıyla ortaklıklar kurdu. Ortaklarının fikirlerini finanse etmeleri ve pazarlamaları için Tesla, York'ta çeşitli elektrik ve mekanik cihazlar geliştirmek için laboratuvarlar ve şirketler kurdu. Hatta laboratuvarlarında yangın bile çıktı ve tüm bilgi ve belgeleri yandı. Fakat Tesla üzülse de hiçbir zaman vazgeçmedi. Aslında hikayeye devam etmek isterdik fakat Tesla’nın hayatı sanıldığı gibi çok da mutlu geçmedi. Refah içinde de değildi. Kazandığı tüm parayı icatlarına harcıyordu. İcatlarına kendini öyle bir adamış bir adamdan bahsediyoruz ki hayatı boyunca hiç bir kadına ilgi duymadı. Kuşlarla konuşup onlara bakmayı çok sevdi. 3 rakamı ve 3’ün katlarına takıntılıydı. Az uyuyor, çok çalışıyordu. İçine kapanık, insanlarla sohbeti gereksiz bulan ve neredeyse ömrünü icatlarına adayan son yüzyılın en büyük mucidiydi.
    Şimdi onun icatlarına biraz daha yakından bakalım ve dünyayı nasıl değiştirdiğini daha iyi anlayalım. Alternatif akım zaten onun bize verdiği en büyük icadıydı. Hayatımızın birçok alanında hala kullanıyoruz. Alternatif akım; endüstride, iş ve ev ortamında aydınlatmadan tutun da ısıtma ve elektromanyetik gücün mekanik enerjiye çevrildiği elektrik motorlarında çok geniş kullanım alanı bulur. 
    Teknoloji ve konforun en temel enerjisidir. Bu akımın gelişmesinde önemli bir rol oynayan şey ise aslında tek bir icatla birçok icadın kapısını aralayan Tesla Bobinidir. Tesla bobinleri, yüksek frekanslı yüksek gerilim üreten hava çekirdekli rezonans trafolarıdır dersek büyük ihtimal anlamayacaksınız fakat gelin bobini şöyle anlatalım. Bu bobinler, yüksek gerilim, düşük akım ve yüksek frekansta alternatif akım üretmek amacıyla kullanılmaktadır. Yani bir akım bobine giriyor, akım defalarca küçültülerek yüksek gerilim oluşturuyor ve Torus adı verilen bölgede ise fiziksel bir görünüm elde ediyordu. Fakat sekli itibariyle tepesinde bulunan ve Torus adini verdigi alan ise emin olun dunyayi degiştirmiştir.
    Dünyayı değiştirmiştir diyoruz çünkü buradaki ürettiği elektiriği insanlara gösteren Tesla'nın aslında elektrikten öte bir dünyası vardı. Kimilerine çılgınca gelebilir ama tesla kablosuz olarak tüm dünyaya elektrik verebileceği aygıtlar üzerine bir çok çalışma yapmıştı. Ve temelde bu bobini geliştirdiğini hep söylemişti. Halk arasında Wardenclyffe kulesi de olarak bilinen bu kuleyı ınsa ettırdı.
    Dönemin en zengini olarak bilinen J.P Morgan tarafından finanse edilen bu ev, yapacağı icatların geliştirilmesi için çok önemlidir. Bu kadar büyük bir kuleyi inşa ettirmesinin nedeni, tüm dünyaya konumlandıracağı aynı kuleler vasıtasıyla, elektriği tüm dünyaya ücretsiz iletme fikriydi. Bununla ilgili bir çok deney yaptı ve inanıyordu. Fakat bu fikir çoğu kişi tarafından delilik olarak görüldü. Görülmesinin sebebi ise tabii ki edison’un kara propagandasıydı. Fakat bu fikrin altında yatan bazı şifreler var, aslında Tesla, internetin alt yapısını çözmüştü.
    Kablosuz iletişimin kapılarını açan bu buluş, tabii ki hayata geçmedi ama Teslanın bize öğretecekleri de burada bitmedi. Sıradaki buluşu yine kablosuz iletişim yolunu bulan bir adamın yapacağı cinsten bir aletti: radyodan bahsediyoruz. Tesla kişisel icatlarının tüm dökümanlarını ya kodlar, ya da çok iyi saklardı. Bu yüzden onun patentleri dışında ondan bilgi almak öğrenmek çok zordu. Fakat neyse ki Guglielmo Marconi, radyo ve kablosuz iletişimin temelini oluşturan 17 tesla patenti üzerinde çalışıyordu ve bu bilgilere ulaşmak ücretsizdi.
    Tesla’nın diğer işlerine öncelik vermesi ya da kendi daha önemli gördüğü icatlarına dalması mıdır bilinmez, avrupa’dan amerikaya ilk sinyal gönderen Marconi radyonun mucidi olarak dünya tarihine geçmiştir. Teslanın kaynakları ve icatlarını kullanarak bunu başaran marconi hakkında Tesla, daha sonraları: “bırakın yapsın, o iyi bir adam” diyecekti. 
    Tesla uzaktan kumandalı deniz aracını zaten yıllar önce yapmış ve denizde yüzdürmesiyle sihirbaz olarak anılıyordu. İnsanlar böyle bir şeyin mümkün olmayacağını düşünse de Tesla onları bir kez daha şaşırtmayı başarmıştı. İlk kez Houston Sokağı’ndaki laboratuvarından 40 km uzaktaki Hudson Nehiri’ndeki bir tekneye kablosuz iletim sağlamıştı. Bunun 1895’te yanan laboratuvarında yaptığı da düşünülüyor. Tesla radyo antenlerinden, radyo alıcılarına kadar her şeyi keşfetse de, radyo, keşiflerini yakından takip ederek çalan Guglielmo Marconi tarafından bulunmuş gibi gösterildi. Fakat bu olay, teslanın hayatında olağan bir şey olageldiği ve o da artık böyle şeylere alıştığı için başından savuşturduğu bir olay olarak tarihe geçti.
    Tesla yaşı itibariyle elektriğin icadına geç kaldıysa da, onu elektriğin efendisi yapan sadece alternatif akımı bulması değildi. Günümüzde kullandığımız ampuller ve ac motor veya İndüksiyon motoru ve donen manyetık alanı da Tesla bulmuştur. Dönen manyetik alan Tesla’nın ilk çığır açıcı buluşudur. Hırvatistan’daki profesörünün, ona doğru akım yerine alternatif akımla çalışan bir motor yapmanın imkansız olduğunu söylemesiyle bu fikir ortaya çıktı. Tesla hocasının bu fikrinden emin değildi, bu nedenle kafasında denemeler yaparak alternatif akımla çalışabilecek bir motor için dönen manyetik alan tasarladı. Böylece alternatif akımla çalışan ilk motorun nasıl olabileceğini keşfetti.
    Gerçekten Tesla’nın bunları kafasında tasarlayıp oluşturması, hatta kafasında deneyler yapması ne kadar büyük bir zekaya sahip olduğunu gösteriyor. Tesla bunlarla da yetinmedi, tüm o karanlık, gaz lambası veya mum ışığında oturan insanlar için sistemin son parçası olan ampülünü de kendi yaptı.
    Endüstrinin floresan lambayı “icat etmesi”nden 40 yıl kadar önce kendi laboratuvarında floresan lamba kullanıyordu. Fuarlarda ve sergilerde cam tüplere ünlü bilim adamlarının isimlerinin şeklini veriyordu; bugün her yerde gördüğümüz neon ışıkların ilk örneklerini de yine Tesla üretti.
    Günümüzde hala onun bulduğu ampülleri kullanıyoruz. Baştan aşağı sıfırdan bir sistem yaratan ismin yaptıkları bitti sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bütün sistemini kurmuş olan Tesla zincirin son ve en önemli halkası olan üretim aşaması için büyük bir fırsat yakalamıştı. Kanada ve Amerika Birleşik devletleri arasında bulunan ve dünyanın en büyük şelaleleri arasında yer alan Niagara şelalesinde hükümetler bir hidroelektrik santrali için Tesla’nın kapısını çaldılar. O da bu fırsatı kaçırmadı ve hemen elektrik üretim santrali için kolları sıvadı. Tabii ki alternatif akım yoluyla dağıtılacak bu elektrik için üretim şartlarını değiştirdi ve kendi stiline uygun bir mühendislikle projeyi çizdi.
    Dünyanın ilk hidroelektrik santralini kuracak olan kisi, suyun gücüyle yine adından söz ettirmeye başladı. Ürettiği elektrik bugün hala Kanada ve Amerikaya elektrik sağlamaktadır.Tesla'nın bir sonraki anlatacağımız icadı ise radar sistemleriydi. Uzak cisimleri, üzerlerine dalga darbeleri yollayarak izlemenin mümkün olduğunu anladığında henüz bilimsel olarak keşfedilmemiş olan kozmik ışınları kullanıyordu. Bir başka deyişle, kozmik ışınların varlığını ilk keşfeden bilim insanı da oydu.
    1. Dünya Savaşı’nın başlarında bu icadını Amerikan Hükümeti’ne götürerek, Alman U-botlarının yerlerini tespit edebileceğini anlattı. Hükümetin de o zamanlar tek istediği buydu. Hatta konunun araştırılması için bir heyet kurulmuş, Edison da bu heyete başkan olarak atanmıştı. Thomas Edison, bir kez daha tamamen kişisel nedenlerden ötürü Tesla’nın projesini reddetti. Böylece tüm dünya, radarın tekrar keşfedilmesi için 18 yıl beklemek zorunda kaldı.
    Teslanın ışınlarla olan ilişikisi aslında 1895 yılında Alman bilim insanı Wilhelm Conrad Röntgen’in X-ışını adını verdiği gizemli bir enerji ile başladı. Eliyle kurşun perde arasına fotoğraf filmi yerleştirdiğinde, filmde elin kemiklerinin görüntüsünü oluşturduğunu fark etti. Çalışmadan ilham alan Tesla, elektron tüpleri kullanarak “shadowgraph”, yani gölge grafik ismini verdiği kendi röntgenini oluşturdu. Ayağının röntgenini çekerek doktor Röntgen’i tebrik eden bir mektupla gönderen Tesla Amerika’da X-ışınları ile film çeken ilk kişidir.
    Shadowgraph, röntgen makinelerinin geliştirilmesinde ise önemli bir rol oynamıştır. Yaptıklarını anlatması bu kadar zevkli başka bir dahi bir daha dünyaya gelir mi bilmiyoruz. Fakat Tesla, anlattıklarımızın aksine, sade, gösterişten uzak, insanları sevmeyen ve takıntılı biri olarak öldü. Tesla, 1943 yılında Manhattan'da New Yorker otelinin 33. katındakim3327 nolu odasında 7 Ocak'ı 8 Ocak'a bağlayan gece ölü olarak bulundu.
    Videonun başında 3 ve katlarına takıntılı olduğunu söylemiştik değil mi?m33.kat ve 3327 oda numarası olması tesadüf değil.mi? Sadece takıntı. Nikola Tesla’nın zaman zaman inişli çıkışlı bir hayatı olsa da insanlık tarihine son dahi olarak geçmesinin nedenlerini anlatmaya çalıştık.
    Onun yaptıkları 20. ve 21. yüzyıla damga vurdu, daha da vuracağa benziyor. Sayesinde gelişen bir çok endüstri bugün milyarlarca insanın ihtiyacını karşılıyor. Gelin bu videomuzu onun anlamlı bir sözüyle bitirelim.
    Teslayla röportaj yapan gazetecilerden birine söylediği cümlesi şöyle:
    “Fikrimi çalmaları mühim değil… Asıl mühim olan kendi fikirlerinin olmaması.”
  16. Seks Bilimi  

    Seks, Dünyada hakkında en çok içerik yapılan, konuşulan konuların başında gelir. Hatta öyle ki internet dünyasının %40’ı cinsel içerikli paylaşımlar tarafından işgal edilmiştir. Her ne kadar dikkat çekici bir konu olsa da, insan, ergenliğe kadar seks konusunda bilgisizdir.
    Bunun en büyük nedenleri, gelenekler, coğrafyanın kültürü ve insanların bu konuyu tabu olarak görmesidir. Bizim gibi bu konunun toplum önünde konuşulmasını istemeyen toplumların bile seksi kitaplardan, çekilen filmlerden öğrenmeye çalışmaları da bir o kadar acıdır. Bu hafta, hayatımızın devamı için büyük bir öneme sahip ve yaşamın temel içgüdülerinden seks konusunu inceliyoruz. Grinin elli tonu gibi erotik kitapların meşhur olduğu bir dönemde böyle bir video yapmak ne kadar doğru bilmiyoruz ama anlatmak istediğimiz çok şey var! 
    Bilimin ışığında seks nedir? İnsanların seks yapmadan birbirini tanıma süreçleri nelerdir? Yaparken düşünmediğiniz ama farkında olduğunuzda hayatınızı değiştirecek olan gerçekler nedir ve seks sırasında vücudumuzda ne gibi etkiler olur? Cinsel ilişki sonrası partnerinizle ilişkimizde ne gibi değişimler olur? Hepsini bu videoda anlatmaya çalışıyoruz. Seks, sadece bedeninizi değil aynı zamanda duygusal durumunuzu da ilgilendirdiği için, bilimden uzak veya tam olarak anlaşılamayan bir sürü dezenformasyonla doludur.
    Bir gerçek var ki şimdiki yaşadığımız dünyayı ve bu kadar çok insanın bir araya gelip birlikte ahenkle yaşamasını seks yapmaya borçluyuz. Gelin en başından başlayalım, sokakta yürürken, beğendiğiniz bir insanı görünce aklınızdan geçenleri kontrol edelim. İlginiz ve beğenileriniz ölçüsünde bir yabancıya bakışınız aslında insan ilişkilerinde atılan ilk adımdır. İlk temas adı verilen bu olgu kendini daha sonra pekiştirecek ve ilginizi anlatma yollarını arayacağınız bir sürece girecektir. Bu sürece de tanışma yollarını arama diyebiliriz. İyi sonucu düşünelim ve bu yolların mutlu sonla bittiğini ve ilginizi çeken insanla artık tanıştığınızı düşünelim.
    Bu noktada iki taraf da gözle görülmeyen bir sosyal kontrat imzalarlar. Bu süreci sağlıklı bir şekilde atlatan çiftler, birbirlerini daha yakından tanıma süreci yaşar ve kendi hayat görüşlerine göre hoşlandığı insanın hayatının detayları öğrenmek ve benimsemek için zaman geçirirler.
    Bu süreç, bilimsel olarak seksten daha zor bir süreç olarak kabul edilir. Çünkü İnsanların duygu ve düşünceleri birbirinden ayrı olmakla beraber, hayatlarına alacakları insanları tanıma evresi son derece sancılı olabilir. Bu aşamayı da geçenler için, ilk temas olarak sayabileceğimiz elele tutuşma ve öpüşmek gibi sevgi ve sahiplenme duyguları devreye girecektir. Artık her şey duygusal birliktelikten cinsel bir ilişki ve tatmin evresine doğru gitmektedir. Burada unutulan veya aşırı istekler yüzünden üstünden hızlı geçilen evre, partnerinin vücudunu tanıma evresidir. Bu dönemde hareketler değişkenlik gösterebilir.
    Sağlıklı bir cinsel ilişki ve partnerinin isteklerini ve bedenini tanımayan çiftler için gelecek aşamalar oldukça sıkıntılı olabilir. Her insanın sevdiği ve sevmediği istek ve arzular olabileceği unutulmamalıdır. Bunun ışığında çiftlerin birbirlerinin vücudunu keşfetmesi süreci olabildiğince uzun tutulmalıdır. Bu evre insan dürtülerinin kontrol edilmesinin zor olduğu bir evre olduğu için çiftler, eğer akıllarında bir soru işareti var ise geride bıraktıkları aşamalara tekrar dönmek isteyeceklerdir. Yeniden tanımanın çok daha sağlıklı olduğunu düşünenler için cinsellik ilişki yaşama daha uzun sürebilir. Fakat duygusal bütünlüğünü yakalamış ve bedenini hazır hisseden çiftler için artık cinsellik evresi başlar. Cinsel ilişkinin bir sürü duygusal değişkeni olsa da değişmeyen ve tüm odağının toplandığı iki organ vardır. 
    Erkekte penis, kadında ise vajina. Erkeğin erekte olmuş hali yani penisinin sertleşmesi hali, kadının vajinasının ıslanması ile vücutları cinsel birlikteliğe hazırlanır. Bundan sonraki süreç tamamen penisin vajinaya içine girmesini kapsayan cinsel zevk ya da üreme amaçlı bedensel bir ilişkidir. Tüm bu aşamaların bir anlamı ve bunları bize yaptıran bir şey olmalı.
    Peki aklımız ve vücudumuz bu birliktelikten önce ve sonra nasıl çalışır? Öncelikle, şekil olarak kadın ve erkek cinsel organları fiziksel olarak benzemiyor gibi görünse de, yapısal olarak bir çok benzerlik gösterir. Vajinada bulunan klitoris ve penis olarak konuyu ele alırsak: Her ikisi de aynı sinir hücrelerine sahiptir. Cinsel ilişki öncesi normal insan bedeninin tüm fonksiyonları olduğu gibi çalışırken, uyarılan beyinle birlikte nöronlar ve hızlanan kan akışıyla vücudu kendini bu duruma hazırlar. Beyinden aldığı uyarı ile hızlanan kan akışı, cinsel organlara ulaşır. Daha önce “Beyin nasıl çalışır” videomuzda da işlediğimiz gibi, insan hayatını kontrol eden, hareket ve duygularımıza yön veren organımız yine sahneye çıkar.
    Peki beynimiz, tüm bedenimizi yöneten bu yapı seks esnasında ne durumda? Yapılan araştırmalarda, beynimizin sağ tarafının, yani sezgilerimizi, duyularımızı ve gerçek üstü hayalleri yöneten kısmın geçici olarak kendini kısıtladığı görülmüştür. Bu etkileşim insanın seks sırasında daha cesur olmasına sebep olur. Orbitofrontal korteks, beynin karar verme ve değer yargılarından sorumlu olan kısmıdır. Beynin bu kısmı da kendini deaktive eder, korku ve endişede azalma yaşanır. Seks esnasında insanın daha kararlı ve umursamaz tavır edinmesine ve rahatsız edilmeye karşı çok hassas olmasına sebep olan şey budur. Cinsel ilişki sırasında belki de en çok çalışan talamus ise, daha önce yaşamış olduğunu cinsel anıları ve fantezileri entegre etmekle meşguldür. Uzmanların size sıkça seks tavsiye etmelerindeki sebep budur.
    Çünkü seks esnasında kan dolaşımı artar, kalp damar sisteminiz ve beyniniz çok daha faal haldedir. Çok çalışkan olan beynimizin görevinin bittiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz!
    Her cinsel ilişkinin sonunda, -ki buna masturbasyon yapmak da dahil- yaşanan orgazm sırasında, beyninizin bir dizi farklı nörokimyasal üretmek için fazla mesai yaptığını unutmayın! Bunlardan biri zevk, arzu ve motivasyon duygularından sorumlu olan hormon olan dopamindir. Dopamin beynin zevk kimyasalıdır. Eksikliği Parkinson hastalığının en büyük nedenlerinden biri olan bu hormon, fazla olmasıyla da şizofreniyi tetiklemesiyle bilinir.
    Beynimizin salgıladığı bir başka hormon ise kadınların erkeklere göre daha fazla salgıladığı oksitosindir. Hipofiz bezi tarafından salgılanan ve hipotalamusta salınan bu hormon, bizi başkalarına, yani o andaki partnerlerimize yakın hissettirir ve sevgiyi teşvik eder. Cinsellik sırasında sevecen, ardından ciddi olmamızın sebebi de budur. Oksitosin, bağlanma hormonu olarak bilinir.
    çünkü kadınların emzirme döneminde de salınır ve sevgi ve bağlanma duygusunu kolaylaştırdığı bilinir. Bir başka hormon ile devam edelim: Prolaktin. Bu hormon da oksitosin gibi yine kadınlarda daha fazla salgılanır. Orgazma eşlik eden bu hormon memnuniyet duygusundan sorumludur.
    Ayrıca yine hamileliği takiben kadınların süt üretiminden sorumlu olan ana hormondur. Tabii ki, hem seks sırasında hem de emzirme sırasında oksitosin ve prolaktin salınımı, bir kişinin her iki durumda da aynı hisleri yaşadığı anlamına gelmez.
    Bu hormonlar vücudumuzda farklı roller oynayabilir ve beynin sosyal bağlantılarımızı güçlendirme yolunun bir parçasıdır. Fakat bir gerçek vardır ki: bu hormonlar sayesinde cinsellik, insan için zevkli bir deneyim haline gelmektedir.
    Şaşırtıcı bir şekilde beyin, cinsel birliktelik ve diğer keyif veren deneyimler arasında çok fazla ayrım yapmaz. Beyninizin tatlıya düşkün olması veya kumarda kazandıktan sonra kendini iyi hissetmesi gibi, orgazm sırasında da harekete geçen nöronların aydınlanması aynıdır. Beyin tıpkı yasak olan kuralları çiğnemek gibi, seks sırasında da zevkli olanı yani farklı deneyimleri yaşayarak, bunun ödülü olan orgazmı sağlar.
    Bu bilimsel ödülü, hormonal mutluluk olarak tanımlarız. Uyuşturucu, alkol ve kumar gibi zararlı alışkanlıklardan kurduğunuz etkileşim hazzı neyse, seks de vücuda aynısını sağlar!. Öncesi sonrası ile seksi bilimin gözünden anlattık. Cinselliğe dair her şeyi burada anlatmayacağız çünkü bu sizin hayatınız ve bizler de ilişki terapisti değiliz. Bu yüzden insanın kendini bulması ve sorularının cevaplarını kendi içinde keşfedeceğini söyleyerek, bizi cinselliği iten bazı tanımlara geçelim istiyoruz.
    İnsanın var oluşundan bu yana bizleri bugüne kadar getiren seks olgusu tabii ki konuşulmaya değer. Örneğin genç arkadaşlarımızın ergenlik zamanı çok kullandığı oldukça popüler kelime olan libido kelimesi ile devam  edelim.
    Libido, Sigmund Freud’a göre, insanoğlunun ana sorun kaynağı olarak görünen, bastırılmış duyguları insan benliğinde ateşleyen terimdir. Yani Freud bunun pek de sağlıklı bir şekilde insanı geliştirmediğini düşünenlerden. Libido, Türkçemize kelime anlamı olarak insana yaşam gücünü veren enerji olarak geçmiştir.
    Bu tanım, zamanla cinsel dürtü ve cinsel aktivite istediğini tanımlamak için kullanılmaya dönüşmüştür. Libido hem kadın, hem de erkek için kullanılır ve doğrudan androjen hormonları yani testosteron ile bağlantılır. Androjen, böbrek üstü bezlerimiz kabuk kısmınca salgılanan bir hormondur. Androjen, erkeklerde penis ve meni yollarında gelişim, kılların çıkışı, sesin kalınlaşması ve kadınlarda klitoris ve vajina dış dudağının genişlemesine ana etken madde olarak biliriz.
    Gelelim bir başka şehir efsanesine: Afrodizyak’dan bahsediyoruz. Afrodizyak kelimesi bizzat zevkin, tenin ve ruhani aşkın simgesi Yunan tanrıçası Afrodit’ten geliyor. Hikâyeye göre Afrodit bir istiridye kabuğundan doğuyor. Takdir edersiniz ki, şehvetin tanrıçasının doğum yerinin dünyanın en çok bilinen afrodizyaklarından biri olması çok da tesadüf sayılmaz. Özellikle roma, yunan ve mısır kültüründe, reçeteler ve tedavilerde bitki, tohum, meyve, sebze ve deniz ürünlerinin oluşturduğu geniş bir yiyecek yelpazesinden yapılan özel diyetleri görüyoruz.
    Yani neredeyse insanlık tarihi kadar eski bir afrodizyak kültürümüz var. Yine de, ironik olarak, şu ana kadar kesinlikle kanıtlanmış bir afrodizyak yiyecek yok. Bütün bu bilgilerin ışığında Bilim’in bizi daha istekli hale getirip, cinsel hayatımıza katkıda bulunabileceğini düşünür müsünüz?
    Sağlıklı ilişkiler ve sağlıklı bir cinsel hayat dileğiyle!
  17. Karanlık madde hakkında bilinmeyenler  

    Herkese açık bir havada gece kafanızı kaldırıp yukarı baktığınızda ne görüyorsunuz? Yıldızlar, ay ve koyu maviye kaçan, karanlık diye betimleyeceğimiz uzay boşluğu değil mi? İşte bugüne kadar insanların boşluğuna ve büyüklüğüne inanamadığı bu karanlık yapının gizemini ortaya çıkarmaya çalışacağız.
    Gözlemleyebildiğimiz evrenin %80 oranındaki bölümü bilim insanlarının doğrudan tanımlayamadığı ve gözlemleyemedikleri bir madde ile kaplı ve biz ona karanlık madde adini verdik. Onu anlatmadan önce bile adından dolayı bazı çıkarımlar yapabilirsiniz. Karanlık madde olarak tanımladığımız bu tuhaf dünya dışı madde, enerjiyi ve ışığı yaymaz. aymadığı için de onu gözlemleme şansımız yok.
    Peki o zaman bilim insanları var oldugunu kanıtlayamadığımız karanlık maddenin neden evrenin en büyük parçası olduğunu düşünüyor? Bu videodan önce Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi fizikçilerinden biri olan ve bu tarz şeylerin gündeme gelmesini sağlayan bilim insanı albert einstein’ın genel ve özel görelilik kuramını  işlediğimiz videomuzu mutlaka izleyin.
    izledikten sonra eminiz ki bu maddeyi daha iyi anlayacaksınız Öncelikle şunu unutmayın: Karanlık madde, astrofizikte, elektromanyetik dalgalarla etkileşime girmeyen, varlığı yalnız diğer maddeler üzerindeki kütle çekimsel etkisi ile belirlenebilen maddelere denir. Evrenimizdeki galaksilerin, yıldızların ve gezegenlerin harika uyumundan ve birbirleriyle girdikleri çekim kuvvetlerinin muazzam oranından daha önce bahsetmiştik.
    Bigbang teorisini kabul etmiş fizikçiler, bunca gök cisminin birbiriyle olan uyumunu olabildiğince açıklamaya çabalamıştır. İşte bu imkansız gibi görünen yörüngeler, başarılı dönüşler, o kadar kusursuzlardır ki, bilim insanları “hiç bir şey bu kadar kusursuz olamaz” diye düşünmek zorunda kalmışlardır. Bunu düşünürken de kendilerine sordukları ilk soru şu oluyor: “Gözlemlenebilir maddelerin yarattığı yerçekimi onları bir arada tutamaz. Bu sistemin mutlak bir şekilde parçalanması gerekir.”
    20. yüzyılın bilim dünyası, evrenin gözle görülebilenden daha fazla madde içerdiği varsayımını hep dile getirmiştir. Bunu daha fazla düşünmemizi sağlayan isimlerin başında gelen ise kesinlikle Albert Einstein'ın ta kendisidir. Elimizde gözle görülür, tespit edilmiş bir kanıt olmamasına rağmen, her geçen gün olasılıklar artıyor ve gerçekleşen güçlü deneyler, karanlık maddeyi bir fenomen olmaktan çıkarıp hayatımızın bir parçası yapmaya aday. Normal maddenin aksine, karanlık madde elektromanyetik kuvvetle etkileşime girmez. Bu ışığı emmediği, yansıtmadığı ve yaymadığı anlamına gelir.
    Bu da şu anki teknoloji altyapımızla onu doğrudan tespit etmemizi imkansız kılar. Fakat büyük araştırmalar, karanlık maddenin varlığını bir çok farklı şekilde ortaya çıkarmak için halen devam etmekte. Birincisi gökcisimlerinin, içinde bulundukları galaksilerin merkezleri etrafındaki dönme hızlarının galaksilerin merkezine olan mesafeye bağlı olarak değişiminin açıklanabilmesi için sadece ışıkla etkileşen madde miktarı yeterli olmuyor. bu şu demek Galaksinin merkezi, dış çeperinden daha hızlı dönüyor, Tıpkı karıştırdığınız çay bardağı gibi Ortada kaşığın döndüğü yer daha hızlı dönerken, sıvının bardağa değen dış çeperi daha yavaş döner. Kayıp kütle problemi olarak adlandırılan bu durumun sebebinin karanlık madde parçacıkları olduğu düşünülüyor.
    Karanlık maddenin varlığına işaret eden bir diğer gözlemsel olgu, ışığın uzayda bükülmesi ile ilgili. Genel görelilik kuramı kütlenin uzayı eğdiğini söyler. Işık ışınlarının uzayın eğriliğinden etkilenmesi, bazı gökcisimlerinin olduğundan daha büyük görünmesine neden olur. Merceklerin nesneleri olduğundan daha büyük göstermesine benzediği için , kütleçekimsel mercekleme olarak adlandırılan bu olgu sayesinde bir sistemin sadece geometrisini inceleyerek içerdiği kütle miktarı hesaplanabilir.
    galaksilerle ile ilgili gözlemler de karanlık maddenin varlığına işaret ediyor. Örneğin Abell 2009 gökada  kümesindeki karanlık madde miktarının Güneşin kütlesinin 1014 katından daha fazla olduğu hesaplanıyor. Karanlık madde elle tutulur gözle görülür bir şey olmadığı için teorik ve astro fizikçilerin anlatmakta ve kanıtlamakta zorlandığı bir madde olmuştur. Ve bu yüzdendir ki 1932 ve 1933 yılında Fritz Zweicky tarafından öne sürüldüğünde tüm dünya bunun bir saçmalık olduğunu düşünmüştü.
    1970 yılında Vera Rubin de “sarmal galaksi eğilimleri tezini” kanıt olarak sunmuş fakat onu da, fikirlerini de, kimse ciddiye alınmamıştır. Onlarca yıl sonra, bugün hemen hemen tüm astrofizikçiler karanlık maddenin varlığını kabul ederler. Ağustos 2006'da yayınlanan, 150 milyon yıl önce gerçekleşmiş olan iki galaksi kümesinin çarpışmasına dair gözlem, karanlık maddelerin varlığına dair daha somut bir kanıt oluşturmuştur. Çarpışma sırasında sıcak gazlar arasında bir etkileşim olmuş ve daha sonra merkeze yaklaşmışlardır. Gökadalar ve karanlık madde etkileşime girmemiş ve merkezden uzak kalmışlardır.
    Karanlık maddenin, evrenin en derinliklerine kadar yayılan ve görünmeyen bir madde olması onu daha da gizemli hale getiriyor. Peki bu karanlık maddeye tahmini olarak benzeyen hiçbir madde dünyamızda bulunmuyor mu? Bilim insanlarının evrende yakından tanığımız baryonik maddeye benzettikleri birkaç nokta bulunmaktadır. Aslında evren modellerimiz, şimdiye kadar gözlemlediğimizle kıyaslandığında, iki kat daha fazla normal maddenin var olması gerektiğini de gösteriyor. Yani karanlık madde ve karanlık enerji gizemlerinin yanı sıra, bir de kayıp normal madde gizemi söz konusu.
    Şimdi ise, bu kayıp maddenin tam olarak modeller üzerinden tahmin edildiği yerde, komşu galaksiler arasında köprü kuran kozmik dokunun hassas noktalarında saklı olduğuna dair ilk somut delile sahibiz. Birbirlerinden bağımsız olarak araştırmalarını sürdüren iki ayrı bilim ekibi tarafından, galaksileri birbirlerine bağlayan parçacıkların varlığına ilişkin kanıta ulaşıldı. 2015 yılında Avrupa Uzay Ajansı’nın Planck uydusu, gözlemlenebilir evren boyunca bu büyük etkinin bir kısmını haritalandırmıştı. Galaksiler arasındaki gaz filamanları çok hafif olduğundan, ürettikleri loş parçalar Planck’ın haritasında direkt olarak görünmüyordu.
    Fakat gelişen teknoloji ve yeni tekniklerle artık onları görebiliyoruz. Bu önemli buluş karanlık madde’nin var olduğunu savunanlar için oldukça sevindirici bir haber olsa da daha yapılacak ve araştırılacak çok şey var. Ne kadar karanlık enerji olduğunu biliyoruz, çünkü bunun evrenin genişlemesini nasıl etkilediğini biliyoruz. Bunun dışında tam bir gizem. Ama bu önemli bir gizem.
    Evrenin kabaca %68'inin karanlık enerji olduğu ortaya çıkıyor. Karanlık madde yaklaşık %27'dir. Geri kalanı - Dünyadaki her şey, tüm enstrümanlarımızla gözlemlenen her şey, tüm normal madde - evrenin% 5'inden daha azı eder. Aslında belki de "normal" maddeye normal dememeliyiz, çünkü evrenin çok küçük bir kısmını   oluşturmaktadır. Büyük Patlama'nın ardından evren dışa doğru genişlemeye başlamıştır.
    Bilim insanları başta bu enerjinin tükenip yer çekiminin nesneleri kendine çekmesi gibi yavaş yavaş kendi içine çekileceğini düşünmüşlerdi. Fakat süpernovalar üzerine yapılan araştırmalar gösterdi ki evren, sanılanın aksine, geçmiştekinden daha hızlı genişlemektedir. Evrenin kütle çekiminin üstesinden gelebilmesinin tek ihtimali ondan daha büyük bir enerjiye sahip olmasıdır. Bu da karanlık enerjidir.
    Daha fazlası için ne yazık ki beklemek gerek. Karanlık maddeyi buluna kadar bilimle kalın!
  18. Ekonomi tam olarak nedir?  

    Ekonomi, parayla ilgili ya da değil, bireyler arası değişim işlemlerinin incelenmesidir.
    Sınırlı üretim faktörlerinin çeşitli mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılmak üzere nasıl seçileceğinin ve üretilen malların tüketim amacıyla toplumun bireyleri arasındaki dağıtımın incelenmesini içerir. Kökeni Yunanca ‘oikia’ (ev) ve ‘nomos’ kural kelimelerinden gelmektedir. Ekonomi yerine Türkçe’de Arapça’dan türeyen İktisat kelimesi de kullanılmaktadır. Tanımıyla ilgili kesinlik olmamakla birlikte, belli başlıklar altında incelenmesi söz konusu olmuştur.   Halkın günlük faaliyetlerini, gelir kazanmasını ve yaşamını sürdürmesi üzerine yoğunlaşmasından tutun da, servetin kontrolü ve toplumların nasıl geliştiğini ve medeniyetin nasıl oluştuğunu sorgulamasıyla da nitelik kazanmaktadır.   Gelin ekonominin dünya üzerindeki etkin rolüyle ilgili bir maceraya çıkalım. Bugünkü ekonominin temellerinin 16. yy’dan itibaren atıldığı ifade edilse de,insanoğlunun uygarlık yaşamı içerisinde ekonomiyle tanışması M.Ö. 8000’li yıllara uzanmaktadır. Avcı ve toplayıcı bir toplum yaşantısından yerleşik hayata geçen insanlar Tarım Devrimi gerçekleştirerek yeni bir düzen oluşturmuştur.   Bu geçişle birlikte, ilkel kavim yaşantısı da dahil olmak üzere, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çeşitli mübadele sistemleri denemiştir.Kavim yaşantısı içerisinde malların mallarla takas edildiği bugün bizim Trampa Ekonomisi olarak bildiğimiz ihtiyaç karşılama sistemine adapte olmuştur. M. Ö. 3000’li yıllara gelindiğinde uygarlık ve zeka gelişimine bağlı olarak kavramların giderek sorgulandığı ve Trampa Ekonomisi dışında bir sisteme geçişin öngörülmeye başlandığı görülmektedir.   Takas ekonomisinin en büyük zorluğu, malların değiş tokuşunda meydana gelmesi muhtemel değer eşitsizliği ve böylelikle her zaman başvurulabilir bir sistem olmaktan çıkmasıdır. Bu çağlarda koyun, sığır, pirinç, çay gibi malların yanında, ortası delik taşlar, deniz hayvanlarının kabuklarından oluşan kolyeler, hayvan postları ve boynuzları gibi ilkel kabile yaşantısı içinde en fazla değer verilen nesnelerin para gibi kullanıldığı bilinmektedir.   Buradan M.Ö. 3000’li yıllarda İnsanoğlu için en çok önem taşıyan kavramların, ihtiyaç, fayda, değer ve fiyat anlamı taşıdığı söylenebilir. Para yerine kullanılan, diğer adıyla değişim aracı olarak kullanılan malların değerlerinde zaman içerisinde değişim olması, mesela bozulmaları ve bu aracı mallara olan gerekliliğin zamanla ortadan kalkması, taşınmasındaki güçlükler başka bir değişim aracının doğmasını artık zorunlu kılmıştır. Özellikle birtakım tarımsal ürünleri para yerine kullanmak, değerini ve miktarını kontrol altından tutmak kavimler arası ticarette geçerlilik anlamında pek çok sorunu beraberinde taşımaktaydı.   Bu sebeple milattan önce 2000'li yıllardan itibaren altın ve gümüş karışımından elde edilen Elektrumdan yapılma paraların işlem gördüğü bir mübadele sistemi, devrimsel bir değişikliğin başlangıcı olarak nitelendirilebilir. M.Ö. 2000’li yılların öncesinden beri, tarih sahnesinde görülmeye başlanan ve söz konusu dönemde de varlıklarını  sürdüren Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Yunan medeniyetleri gibi ilkçağ ekonomileri olarak isimlendirilen uygarlıklarda iktisadi, siyasi, toplumsal vb. hayata dair önemli gelişmelerin zaten kaydedildiği söylenebilir.   Yazı bu medeniyetler tarafından bulunmuş, ilk siyasi örgütlenmeler oluşturularak şehir devletlerine geçilmiş, tıp, astronomi vb. alanlarda ilerlemeler kaydedilmiştir. Eski Mısır’da depolara emanet bırakılan tahıl karşılığında verilen makbuzların, temsili para gibi kullanıldığı bilinmektedir. Yine aynı dönemlerde Hindistan’da bugünkü gerçek anlamıyla temsili paranın kullanıldığı ileri süren iktisat tarihçileri olmuştur.   Eskİ Mezopotamya uygarlıklarından örneğin Hammurabi kanunlarının,iktisadi ilişkilerle ilgili kuralları ciddi bir anlayış ve ileri görüşlülükle kapsadığı ortadadır. Eski Çin, Orta Asya, Afrika ve Akdeniz uygarlıklarında da iktisadi kapsamı ağır basan uygulamalar görülmektedir. M.Ö. 7. YY’da Lidyalıların ilk parayı bulmasıyla trampa ekonomisi ortadan kalkmış, iktisadi hayat canlanmaya, bölgeler arası ticaret daha kolay ve gelişmiş bir hal almaya başlamıştır.   Ortaçağ’da fikir hareketlerine daha çok din adamları (ruhban sınıfı) hakim olmuştur. Bu çağda feodal yaşamın geçerli olduğu köy ekonomisi 11. yüzyıldan itibaren şehir hayatına dönüşmeye ve böylece pazarlar kurulmaya başlamış, fakat bu kolay olmamış, zenginleşmeye karşı din adamlarının müdahalesiyle karşılaşılmıştır. Dolayısıyla dünya ekonomisinin tarihsel gelişimi açısından, küresel rekabet kavramının tam anlamıyla kendini göstermesi 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlamış ve ekonomi bilimi somut bir biçimde şekillenmeye başlamıştır.   Günümüzde geçerliliğini sürdüren Kapitalist sistemle konuya devam etmek yerinde olacaktır. Kapitalist sistem, sahip olduğu enstitüleri ile geçirdiği ve geçirmekte olduğu süreçleri ile canlılığını ayakta tutmaktadır. İnsanlığa katkısı ile birlikte insanlar üzerinde tüm ekonomik sistemlerde olduğu gibi psikolojik ve toplumsal etkileri olan bir ekonomik sistemdir.   Değişim ve dönüşüme çok çabuk adapte olabilen bir üretim organizasyonudur. En genel anlamıyla, bireylerin tek tek yada gruplar halinde, toprak ve genel olarak üretken kaynakların özel mülkiyetlerine sahip oldukları ve diledikleri gibi kullanabildikleri bir ekonomik örgütlenmedir.   Burada sermaye sahipleri sermayeleri hakkında sınırsız kullanım hakkına sahiptir, ve herhangi bir müdahaleye açık değildir. Üretim yapan işletmelerde üretim amacı, işçilerin, sermaye sahibinin yada tüketicilerin gereksinimlerini karşılamak değil, tamamen geniş pazar ve kar elde etmek içindir.   Üretim aslen başkalarının ihtiyacını karşılamak için yapılan bir etkinliktir. Oluşturulan bu hedefe ulaşmak için sistem kendi temel kurumlarını belirlemiş ve tayin etmiştir. Kurumların tamamı birbirine bağlı ve tam işlerlik konularında birbirlerine sorumlulukları vardır.Dışarıdan gelen saldırılardan en fazla etkilenen ve tüketiciyi en fazla etkileyen kurumların ilk başında fiyat mekanizması gelmektedir.   Bir malın ne kadar üretileceği, eldeki üretim faktörlerinin hangi alanlarda kullanıldığı, yatırımların neye göre yapılacağı vb. gibi kararların tamamı fiyatların verdiği bilgiler etrafında yapılır. Müdahalelere maruz kalmayacak şekilde oluşan fiyatlar karar alma aşamasının odak noktasıdır. Fiyat işlerliğinin sağlıklı bir biçimde devam etmesi için ve arzu edilen seviyelerde seyretmesini sağlamak için rekabet kavramına ciddi ihtiyaç duyulmaktadır. Rekabeti karşılıklı olarak ekonomik mücadele olarak anlatabiliriz.   Özellikleri bakımından birbirine yakın olan ürünlerin satıcıları, alım yapacak insanları kapabilmek için, ve alıcılar da ihtiyaçları olan ürünleri kapabilmek için süreklilik arz eden bir kavga içindedirler. Sistemin bir diğer unsurları olan işçiler iş bulmak için, işveren çalışan bulmak için, yatırımcı uygun kredi ve pazara erişmek için bir rekabet içindedirler. Rekabet önceden değindiğimiz gibi, malların normal bir fiyatlandırmaya tabi olmasını sağlar. Adam Smith’in değer teorisinde üretim maliyetine eşit olan bir doğal fiyattan ve bunun karşısında olan piyasa fiyatından bahseder.    Ayrıca rekabet, kaynakların en karlı şekilde kullanılmasında, yeni buluşların ortaya çıkmasına, yeni tekniklerin icat edilmesine ve ekonomik başarı oranlarının artmasına sebep olur. İnsan hayatını en çok etkileyen unsurların başında ekonomi gelir. tüm ekonomik sistemlerde asıl amaç insanı maksimum faydaya ulaştırmaktadır.   Kapitalist sistemde “maksimum faydaya ulaşan insan, bu faydanın verdiği haz ve sağladığı imkanlar ile mutlu bir hayat sürecektir” tezi hakimdir. Tartışmalı olması bir yana kapitalist sistem tam da bu hedefe ulaşmak için ortaya çıkmış, değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Değişim yaşamasının en büyük sebebi, bahsedilen bu hedeflere ulaşmaya çalışırken ortaya çıkan toplumsal sorunlardır. Kapitalist sistemin sebep olduğu sanayi devrimi beraberinde toplumsal ve ekonomik birçok sorun getirmiştir. Dün, Sanayi, Yarın bölümümüzde Sanayi’nin geçmişi, geçirdiği ve geçireceği büyük dönüşümlerden bahsetmiştik. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederiz. Sanayi kentlerine doğru oluşan göç hareketlilikleri inşaat sanayisinin sanayileşme hızının gerisinde kalması gibi nedenlerle kentlerde kalabalık gecekondulaşmalar ve beraberinde ciddi gelir uçurumları oluşmuştur. Bu durum sosyolojik ve psikolojik başta olmak üzere çeşitli hastalık oranlarında büyük artışlara sebep olmuştur. Sanayileşmenin hayat standardını arttırdığını düşünebilirsiniz fakat büyük insan grupları üzerinde hayat kalitesinde gerileme meydana gelmiş ve mutsuzluk ve memnuniyetsizlik doğurmuştur.   Kapitalist sistem bugüne kadar en çok tartışılan ekonomik sistemlerin başında gelmektedir. Bu tartışmalar genellikle, 1. Dünya savaşından ve 1929 yılında yaşanan büyük buhrandan sonra hız kazanmıştır. Hala kapitalismin geleceği üzerine tartışmalar yapılıyor. Fakat; sistemin değişimi üzerine yapılması gereken tartışmaların yerine, eksikliklerinin nasıl giderileceği ve daha faydalı olması için nelere ihtiyaç duyduğu tartışılmalıdır.   Kapitalist sistem kar için vardır. Kar olmadan sermaye birikiminin, emek piyasasının, işletmelere sahip olmanın aslında hiçbir önemi yoktur. Sistem kurumları ile beraber en fazla karı amaçlamaktadır. Dünya yepyeni fikirler ve düşünceler üretirken bakalım kapitalist sistem ekonominin kalbi olmaya devam edebilecek mi ?   Bilimle kalın.
  19. Astronominin babası Galileo kimdir?  

    Einstein, Darwin ve Galileo...
    Hepsinin hikayesi farklı olsa da, ortak noktaları, herkesin onlara deli gözüyle bakmasıdır.
    Ufkumuzu aydınlatan bilim insanlarından, bu haftaki konuğumuz Galileo Galilei!
    İtalya’da büyük bir gerçeğin peşine düşen ve etrafındaki insanların deli muamelesi yapıp, güç sahiplerinin sansür uygulamasından ve tüm hayatını
    bu savını savunma ve kanıtlama ihtiyacından dolayı harcamış olan isme yakından bakıcaz.
    Bu Yol onun sonu olacak olsa da gözlemsel astronominin babası gibi bir unvana nasıl ulaştığına birlikte şahit olacağız.
    Yıl 1564 İtalya'nın en parlak yıllarında dünyaya gelen astronom fizikçi bunların yanında Mühendislik felsefe ve matematik alanlarında dünyaya sayısız katkısı olan Galileo nun 15 ve 16 Yüzyıl'ı sonradan Rönesans olarak alınacak aydınlanma çağıdır.
    Bu zamanda İtalya’da sanat, bilim, felsefe ve mimarlık alanında sayısız kaynak ve bilgi üretilip paylaşılıyordu.
    Bu dönem aynı zamanda sosyolojik olarak da İtalya’nın Antik Yunan ile arasındaki kopan bağlarının yeniden tamiri ve yunan kaynaklarından gelen bilgilerin yeniden güncellemesinden kaynaklı bir gelişim çağıydı.
    Bilim ve sanat insanlarının çalışmalar yaptığı, deneysel düşüncenin canlandığı ve hümanizmin temellerinin, matbaanın da bulunmasıyla geniş kitlelere kolayca aktarıldığı yıllardı.
    Fakat hemen öyle kafanızdan pembe hayaller kurmayın!
    Tabii ki insanın olduğu yerde iyilikler de var kötülükler de!
    Avrupa kültürü bu dönemde şekillenirken çağdaş, özgürlükçü ve bilimselliğin yanında bir de kilise gibi diktatör ve her şeyin en iyisini ben bilirim diyen bir kurum da vardı!
    İnsanların inancını yaşatması ve inandıkları dini doğru öğrenmelerini sağlaması dışında hiç bir işlevi olmamasını beklediğimiz kurum, tam tersine, insanların hayatlarına karışmayı, ne yazıp ne yazamayacakalarına karar verip sansürlüyor,
    insanların üstünde egemen ve dokunulmaz bir güç olarak kalmaya çalışıyordu..
    Galileo’yu ondan önce yaşamış diğer bilim insanlarından ayırt edebileceğimiz özelliği teorisyen olmamasıdır.
    Ya da şans eseri bir takım buluşlara imza atmamıştır.
    Gözlemleri, deneyleri ve tüm deney aletlerini kendisinin üretmesi onu üst düzey bir bilim insanı yapmaya yeter de artar.
    Normalde Galileo gençlik yıllarında kilise eğitimi alıp rahip olmayı kafasına koymuşsa da babası onu Pisa Üniversitesine Tıp okumaya göndermişti.
    Sorunsuz bir eğitimin ardından döneminin yükselişinden faydalanmıştır.
    Fakat kendi isteğiyle daha eğlenceli bulduğu matematik ve doğa felsefesi okuması için babasını ikna etmiş ve bölüm değiştirmiştir.
    “Matematikte olasılık ve zar oyunları üzerine düşünceler” yazısını yazmasıyla, olasılık bilimine katkısı ile, bilim yaşamı resmen başlamış oldu.
    Hızını alamayan isim, termometrenin atası olan termoskopu keşfetmiş ve 1586'da kendi icat ettiği hidrostatik bir denge hakkında bir kitap yazarak bilim dünyasının dikkatini çekmiştir.
    Galileo’nun astronomiye olan düşkünlüğü, matematik, geometri ve mühendislik yeteneğiyle oluşturduğu altyapısıyla daha da arttı.
    Bu esnada, Hollanda’da 1608 yılında teleskop Hans Lippershey tarafından icat edilmiş olsa da, patent bekleyen bu icadın içeriğine ulaşan Galileo, bu teleskobu daha da geliştirerek kendi araştırmaları kullandı.
    Bu teleskop ve yaptığı araştırmalar, ileride “astronomi biliminin babası” olarak anılmasını sağlayacaktı.
    Muhtemelen bugün satın alabileceğiniz ucuz amatör bir teleskoptan daha iyi olmamasına rağmen Galileo'nun teleskobu onun inanılmaz keşifler yapmasını sağladı.
    Keşifleri öylesine heyecan vericiydi ki bilim dünyasını alt üst etti.
    Teleskobunu geceleri gökyüzüne odaklayan Galileo büyük bir şaşkınlığa düştü.
    Örneğin samanyolu adı verilen devasa ‘bulutsu’ nun aslında daha önce kimsenin görmediği sayısız yıldızdan meydana geldiğini gördü.
    Gözlemlerinden yola çıkarak yıldızların herkesin sandığı gibi sabit olmadıklarını, tam tersine sürekli hareket ettiklerini fark etti.
    Hatta bazı yıldızların gökyüzünde meydana getirdikleri şekillerin, yani takım yıldızlarının haritalarını bile çıkarmıştı.
    1610 yılında Jüpiter’i yakın takibine aldı. Jüpiter’in etrafında dolaşan ve açıklanamayacak bir şekilde hareket ettiğini düşündüğü objeler gördü.
    Bunlar yıllar sonra daha modern teleskoplarla incelenip Jüpiter’in en büyük uyduları olduğu anlaşılacak, Galileo'nun şerefine Galileo uyduları olarak literatüre geçecek ve adları da: Io, Europa, Ganymede ve Callisto konulacaktı.
    Galileo güneş lekelerini gözlemleyen ilk Avrupalıydı.
    Ondan önce Kepler bilmeden de olsa görmüş fakat bunu güneşe en yakın gezegen olan Merkür sanmıştı.
    Galileo, 1613 yılında Güneş’in üzerindeki bulut gibi görünen şeylerin lekeler olduğunu açıklayan çalışmasını yayınlamış ve bu çalışmaya papazlar şiddetle karşı çıkmıştır.
    Kilise tarafından yargılanan ve kurul tarafından zorla doğru bildiği düşüncelerini reddetmek zorunda kalan Galileo, inandığı şeylerden vazgeçmese de, böyle yapmak zorunda bırakıldı.
    Sonradan yayınladığı “İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar” adlı kitabı tekrar infial yaratmış, Kilise tarafından yargılanmasına sebep olmuş ve mahkeme onu 1633 yılında ömür boyu hapse mahkum etmiştir.
    Bu kitapta Kopernik’in düşüncelerine, yani “dünya günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de güneş etrafında dönüyor” tartışmalarına yer vermiştir.
    Fakat bu kilise öğretisine tersti. Bu süreçte çalışmaları ve kitapları yasaklandı, gözleri görme yetisini kaybetmiş durumdaydı. Bilimin sadece kilisenin gücüyle yapıldığını, tüm yeniliklerin, tüm kainatın tek bilgi kaynağının dini kitaplarda olduğu düşüncesine karşı çıkıyordu.
    78 yaşında, sanki bu dünyada değilmiş, sanki tüm o astronomi, matematik ve fizik alanında dünyaya büyük şeyler katmamış gibi öldü. Din adamlarının oluşturduğu mahkeme bir bilim insanını yargılıyordu ve doğru olan düşünceyi idam etmekten geri kalmıyordu.
    Bu videoyu, 400 yıl evvelinden bunları düşünen, bu şartlarla 400 yıl boyunca bilimle uğraşan ve kendini sadece dünyayı daha aydınlatmak, geliştirmek için uğraşan tüm bilim insanlarına adıyoruz.
  20. Bitcoin nedir?  

    Bugün internette bir alışveriş yaptığınızda, ödemeniz önce bir banka ya da kredi kartı şirketine uğruyor,
    fahiş komisyon ve işlem ücretleri kesilip, banka tarafından onaylandıktan sonra satıcıya gönderiliyor.
    Yaptığınız ödemelerin muhasebe defteri sadece ve sadece bankanız tarafından tutuluyor
    ve her koşulda önceden imzaladığınız onlarca sayfalık sözleşmeler yüzünden bankanıza 100% güvenmek zorunda kalıyorsunuz.
    Yanlış bir işleme itiraz ettiğinizde, çözüme ancak haftalar, hatta aylar sonra ulaşıyorsunuz.
    Daha kötüsü, yolda paranızın başına bir iş geldiğinde; paranıza erişemiyor ve paranızı kendi hatanız olmamasına rağmen kaybetme tehlikesiyle karşılaşıyorsunuz.
    2008 yılında Satoshi Nakamoto ismini kullanan anonim bir programcı, bankalara ya da herhangi bir aracı kişiye ihtiyaç olmadan, kişiden kişiye direkt olarak yollanabilen, güvenli, hızlı ve düşük komisyonlu dijital para fikrini ortaya attı.
    Bu fikir şu anki internet ödemelerinin bütün problemlerini çözüyordu ve kısa zaman içerisinde kabul görüp çok şey değiştirecekti...
    Bitcoin, bir merkezi olmayan ilk dijital para birimidir. İnternetteki para transferlerini kolaylaştırmak ve şu anki problemlerini çözmek için icat edilmiştir.
    Bitcoinler kişiden kişiye doğrudan gönderilir, bu işlem için bir aracı banka ya da şirkete ihtiyaç duymaz, bu da komisyon ve işlem masraflarınızın çok daha az olması demektir.
    Ayrıca bitcoin alıp yollamak e-mail atmak kadar kolaydır. 
    Bitcoin sistemi güvenlidir; aldatılamaz, hacklenemez ve kapatılamaz.
    Bitcoin hesabınız bankalar ya da hükümetler tarafından dondurulamaz.
    Çünkü bir merkezi yoktur, hatta bitcoin’i icat eden Satoshi Nakamoto’nun gerçekte kim olduğu bile bilinmemektedir.
    Bitcoin dünyadaki bütün ülkelerde geçerlidir, para çekim ve gönderim limiti yoktur ve istediğiniz her şeyi bitcoin ile satın alabilirsiniz.
    Dünyada Türkiye dahil birçok ülkede dijital para borsaları bulunuyor, bu borsalar üzerinden bitcoin alıp, kendi kontrol ettiğiniz dijital cüzdanlarınıza aktarabilirsiniz.
    Bitcoin sadece bir dijital paraysa, nasıl oluyor da kopyalanamıyor?
    Çok iyi programcılar ya da hackerlar, bitcoinin kodunu çözüp, binlerce kopya yapıp milyoner olmuyorlar?
    Öncelikle bilgisayarınızda bulunan resim, video ya da diğer dosyalar sadece birer veri yumağıdır.
    Bu veri yumağını kopyaladığınızda, kopyaladığınız dosyanın birebir aynısını elde etmiş olursunuz.
    Bitcoin ise sadece bir veri yumağı değildir.
    Bitcoin’in sistemi aslında dev bir muhasebe defteridir, elektronik para olarak kullanılan Bitcoinin kendisi ise bu muhasebe defterinde bir girdidir.
    Basitçe bir örnek vermek gerekirse;
    Ahmet, Ayşe’ye 1 bitcoin yolladığında “Ahmet, Ayşe’ye 1 Bitcoin yolladı” şeklinde bir mesaj göndermiş oluyor.
    Ahmet de, Ayşe de kriptografik bir imza ile bu mesajı imzalayıp kendi muhasebe defterlerine kaydediyorlar
    ve bitcoin ağına “bakın biz bu işlemi yaptık” diye yayın yapıyorlar.
    Diğer kullanıcılar da onaylarsa, Ahmet’in muhasebe defterinden 1 bitcoin düşülüp, Ayşe’ninkine 1 bitcoin ekleniyor.
    Dünya üzerindeki bütün bitcoin kullanıcılarının bütün işlemleri, tıpkı Ayşe ve Ahmet’inki gibi bu devasa muhasebe defterinde tutuluyor.
    Şeffaf bir muhasebe defteri olmasına rağmen kimliğiniz gizlidir, hangi cüzdana hangi kullanıcı erişti, IP adresi nedir gibi bilgiler tutulmaz.
    Mahremiyetiniz ihlal edilemez. 
    Bu tek muhasebe defterinden oluşan sistem, bloklara bölünmüştür.
    Bitcoin ağı ortalama 10 dakikada bir yeni blok üretir.
    Her blok üretildiğinde, son 10 dakika içerisinde yapılmış bütün işlemler o bloğa yazılır ve o blok içinde muhafaza edilir.
    Her blokta, o blok içerisindeki işlemlerin yanı sıra, blok ödülü olarak yeni üretilmiş 12.5 bitcoin ve çok zor bir matematik bilmecesi bulunur.
    Blokları, zor bir matematik bilmecesi ile kilitlenmiş sanal bir hazine sandığı gibi düşünebiliriz.
    Bu bilmeceyi çözebilmek için ise tek yol deneme yanılma yönetimidir..
    Bu bilmeceyi çözen ilk kişi ise, bu hazine sandığının içindeki bitcoinlerin de sahibi olur.
    Saniyede trilyonlarca tahminde bulunarak gizlenmiş bu sayıyı bulmaya çalışıp, bulmacayı çözmeye çalışan bu kişilere bitcoin madencisi denir.
    Madencilerin bir diğer görevi de, blokların içerisindeki işlemlerin doğruluğunu kontrol etmektir.
    Milyonlarca madenci, aynı anda aynı bloğun içerisindeki işlemleri onaylarlar ve içerisindeki bilmeceyi çözmeye çalışırlar,
    bilmeceyi bir kişi çözüp ödülü alır fakat işlemleri milyonlarca madenci onaylamış olur.
    Hile yapmaya çalışanların onayladığı işlemler görmezden gelinir.
    Madenciler, bilmeceyi çözdükten sonra, bloğun içerisindeki işlemleri kontrol edip herhangi bir hata yok ise, hemen bir sonraki bloğa geçerler.
    Geçmeden önce bir önceki bloğun bilmecesinin çözümünü, tarih ve rastgele bir sayı ile birleştirip, SHA256 imza algoritmasıyla imzalayıp, bir sonraki bloğa eklerler. 
    Bu da bi sonraki bloktaki bilmece olacaktır.
    Bir sonraki blokta, madenciler deneme yanılma yöntemi ile SHA256 ile gizlenmiş bu mesajı çözmeye çalışacaklardır.
    SHA256 kriptografik bir imzadır.
    Tek yönlüdür ve herhangi bir mesajı 256bit’lik bir yazıya dönüştürür.
    Şu şekilde çalışır.
    Algoritmanın kendisinin kırılması şu anki teknoloji ile imkansızdır.
    Aslında imkansız demek çok doğru olmaz, kırmak sadece deneme yanılma yöntemi ile mümkündür
    fakat sadece tek bir harften oluşan bir mesajı bile kırmak binlerce yıl sürecektir.
    O kadar güvenlidir ki, dünyadaki bütün web siteleri, güvenlik için bu algoritmayı kullanırlar.
    Tarayıcınızda HTTPS kullanan herhangi bir sitenin adresinin yanındaki kilit işaretine tıklayıp güvenlik sertifikasına baktığınızda bu algoritmayı kullandığını göreceksiniz.
    Madem bu kadar güvenli, madenciler nasıl oluyor da bu SHA256 algoritmasıyla imzalanmış bilmeceyi çözebiliyor diyeceksiniz.
    Basitçe anlatırsak; Bitcoin ağı bu bilmeceyi daha kolay çözülebilmesi için çok çok daha basitleştiriyor.
    Bitcoin ağı içerisindeki madencilerin o anki işlemci gücünü hesaplayıp bu bilmeceyi ortalama 10 dakika içerisinde çözülebilecek basitliğe indiriyor.
    Otomatik olarak ağın içerisinde çok madenci ve işlemci gücü varsa, bilmece zorlaşıyor, az madenci varsa da basitleşiyor.
    Elinde sonunda otomatik olarak bilmeceyi ortalama 10 dakika içerisinde çözülebilecek basitliğe getiriyor.
    Bu otomatik olarak ayarlanan zorluk ayarına, “Mining Difficulty” yani “Zorluk Derecesi” deniyor.
    Ağdaki bütün işlemci gücünün tamamına ise “Hash Rate” ismi veriliyor.
    Madencilerin kazandığı blok ödülleri de yeni üretilmiş bitcoinler olmuş oluyor.
    Yeni bitcoin üretmenin başka hiçbir yolu yoktur.
    Yani madenciler olmazsa bitcoin sistemi de var olamaz.
    Madenciler işlemci güçleri vasıtasıyla bitcoin ağının işlemlerini onaylıyorlar ve daha güvenli hale getiriyorlar.
    Ağ üzerinde ne kadar madenci varsa, ağ o kadar güvenli oluyor, çünkü yapılan bitcoin transferleri daha fazla madenci tarafından kontrol edilmiş oluyor.
    “Ne kadar iş gücü - o kadar güvenlik ve stabilite” prensibiyle çalışan bu sistemin kendisine ise “Proof of Work (POW)” denir
    Bu terimleri de öğrendiğimize göre, sistemin nasıl işlediğine geri dönelim, Nerede kalmıştık?
    Bloğun içerisindeki ödülü kazanan madenci, bloğun içindeki işlemleri doğrulamış, bilmecenin çözümünü, tarih ve rastgele bir sayı ile birleştirip, SHA256 imza algoritmasıyla imzalayıp bir sonraki bloğa eklemişti.
    Ve bu, bir sonraki bloğun bilmecesi olacaktı.
    Yani her yeni blokta, önceki bloğun verisi de buluyor.
    Bundan dolayı, 2009’da üretilmiş ilk blok ile bugün üretilen son blok birbirine adeta bir zincir gibi bağlıdır.
    Yeni bloklar da bu zincire eklenen yeni halkalar olacaktır.
    Demir zincir gibi birbirine bağlanmış bu bloklara “blockchain” yani “blokzincir” ismi verilmiştir.
    Hile yapmak isteyen bir kişinin blokzincirdeki önceden onaylanmış bir bloğu değiştirebilmesi için, blok ve sonrasındaki şimdiye kadar üretilmiş bütün blokların bilmecelerini herkesten önce çözüp bunu devam ettirebilmesi gerekir.
    Bunu yapabilmenin tek yolu ise, şu an aktif çalışan milyonlarca madencinin işlem gücünden daha fazla işlem gücüne sahip olmaktır.
    Teoride mümkündür fakat pratikte imkansızdır.
    İcat edildiği 2009 yılından itibaren dünyadaki gelmiş geçmiş bütün bitcoin ödemeleri bu blokzincir içerisinde herkese açık bir şekilde tutulur.
    Örneğin; 2010 yılında arkadaşınıza yolladığınız 0.01 bitcoin’in bile önceden nereden geldiği, sonrasında hangi kullanıcılara gittiği ve şu an hangi adreste olduğu bile blockchain üzerinde herkes tarafından görülebilir.
    Bu kayıtlar değiştirilemez ve manipüle edilemez.
    Sistem bu şekilde çalışıyor, çok fazla teknik konulara girmeden anlatmaya çalıştık.
    Peki hemen nasıl kullanmaya başlayabiliriz?
    Öncelikle online bir cüzdana ihtiyacınız var: videomuzun açıklama kısmında, güvenli ve en çok tercih edilen bitcoin cüzdanlarının adreslerini bulabilirsiniz.
    Bitcoin sisteminde, IOS, Android, Mac ve Windows da dahil olmak üzere neredeyse her işletim sistemi için bir online cüzdan mevcuttur.
    Kendinize uygun olan cüzdanı cep telefonunuza veya bilgisayarınıza kurduktan sonra, elinizde bir “public key” ve bir “private key” olacaktır.
    Public key, cüzdanınızın blockchain üzerindeki adresidir.
    Bitcoin ağı üzerindeki rumuzunuz gibi düşünebilirsiniz.
    Genelde public key yerine “bitcoin adresi” olarak adlandırılır.
    Birisi size “Bitcoin adresin ne?" diye sorduğunda aslında cüzdanınızın public key’ini kastediyordur.
    Kafa karışıklığını önlemek adına biz de bundan sonra “Bitcoin adresi” olarak adlandıracağız.
    Bitcoin adresinizi bir kez yarattıktan sonra istediğiniz cihazdan “private key” iniz vasıtasıyla ulaşabilirsiniz.
    “Private Key” iniz aslında cüzdanınıza ulaşabilmeniz için gizli bir anahtardır.
    Ama kesinlikle kaybetmemeniz ve başkasına söylememeniz gerekiyor, çünkü Private Key’inizi bilen bir kişi aslında sizin bitcoinlerinizin de sahibi olur.
    Online olarak saklamanızı da tavsiye etmiyoruz,  aslında bir kağıda yazıp güvenli bir kasada tutmanız en güvenli yol olacaktır.
    Cüzdanımızı da kurduğumuza göre geriye bitcoin satın almak kalıyor.
    Türkiye de dahil dünyanın çeşitli yerlerinde, bir çok bitcoin borsası bulunmaktadır.
    Bu borsalarda banka havalesi ya da kredi kartı yöntemiyle kolay bir şekilde bitcoin satın alabilirsiniz.
    Borsaları bitcoin satan e-ticaret siteleri gibi düşünebilirsiniz.
    En güvenilir ve bizim de kullandığımız borsaların linklerini videomuzun açıklama kısmında bulabilirsiniz.
    Bu borsalardan bitcoin aldıktan sonra hemen önemli bir not geçelim; Bitcoin'lerinizi satın aldıktan sonra kendi cüzdanınıza göndermeyi unutmayın.
    Borsanın içerisinde de bir bitcoin adresiniz olup, bu adres üzerinden de bitcoin alıp-yollayabilirsiniz, bir çok kullanıcı çok pratik olduğu için bu yöntemi tercih ediyor,
    fakat unutmayın ki borsa üzerinden kullandığınız adresin private key’i o borsaya aittir.
    Yani borsada tuttuğunuz bitcoinler aslında sizin değildir.
    Bitcoinin ana amacı bankaları ve aracı kişileri aradan kaldırıp, kişiden kişiye ödemeler yapabilmektir.
    Borsalar da bu durumda aracı kişiler olmuş oluyor.
    Borsadan bitcoin satın alıp kendi cüzdanımıza yolladığımıza göre en zor kısmı hallettik, gerisi email yada bir mesajlaşma uygulaması kullanmak kadar basit.
    Bitcoin yollamak istediğimiz kişinin bitcoin adresini ve göndereceğimiz tutarı ilgili alanlara yazıyoruz ve gönder tuşuna basıyoruz.
    Bu kadar!
    Artık dünya üzerinde istediğiniz kişiye ve ülkeye, hiçbir kuruma ve kişiye bağlı olmadan, istediğiniz zaman, istediğiniz miktarda para yollayabilirsiniz.
    Bitcoin, kişilerin, kurumların ve hükümetlerin yönetimine ihtiyaç duymayan, enflasyonu olmayan bir para birimidir.
    Transferler çok hızlı ve işlem ücretleri düşüktür.
    Dakikalar içerisinde dünyanın herhangi bir yerine istediğiniz miktarda bitcoin yollayabilirsiniz.
    İnterneti olan her insan bitcoin’e erişebilir ve kendi kendisinin bankası olabilir.
    Devletlerin merkez bankaları, karşılığı olmadan, istediği zaman piyasaya para pompalayabilir.
    Bu da paranızın giderek değersizleştiği anlamına gelir.
    Bitcoin’de ise durum tam tersidir, toplam bitcoin miktarı sınırlıdır, enflasyondan etkilenmez,
    para politikası, kaynak kodu içerisinde belirlenmiştir.
    Şu an için ortalama her 10 dakikada bir 12.5 bitcoin üretilmektedir ve her 210.000 blokta bir bu rakam yarı yarıya düşmektedir.
    Buna “Halving” yani “Yarılanma” denir.
    Yani bir sonraki yarılanma olduğunda blok ödülü 6.25 bitcoine düşecektir.
    Bir sonraki en yakın yarılanma 14 Mayıs 2020’de olacaktır.
    Üretilecek bitcoin sayısı ise programsal olarak sınırlanmıştır, üretilmiş ve üretilecek olan bitcoinlerin toplamı tam tamına 21 milyondur.
    Bütün bu avantajlarıyla bitcoin bakalım geleceğin dünya parası olabilecek mi?
    Şu anki haliyle bile, dünya üzerindeki bütün ülkelerde istediğiniz her şeyi satın alabilirsiniz.
    Fakat teknolojisi henüz dünya nüfusunu kaldırabilecek ve bir dünya parası olabilecek yeterlilikte değil.
    Büyük bir devrim olduğu yadsınamaz bir gerçek.
    Bitcoin’in ve blockchain teknolojisinin şu anki halini Internetin ilk yıllarına benzetebiliriz.
    O zamanların en iyi tarayıcısı Netscape, en büyük arama motoru Altavista ve en büyük sitesi America Online(AOL)’dı.
    Yıllar boyu tahtlarını korumalarına rağmen şimdi tarih oldular.
    Bi 20 yıl sonra ise dünya üzerinde tüm ülkelerde geçerli olacak para Amerikan Doları değil, kesinlikle bir kriptopara olacaktır.
    Bakalım bu yarışı ilk kriptopara olan bitcoin mi kazanacak, yoksa daha sonra yarışa dahil olan rakiplerinden biri mi?
  21. Beyin nasıl çalışır?  

    İnsanlar ortalama ağırlığı 1300 gram ila 1800 gram arasında olan ve bilgisayarın çalışma prensibine benzeyen bir organla yaşıyor.
    Yapmak istediklerimizi, uygun organ ve uzuvlara geri göndererek insanı insan yapan en değerli organımız.
    Fakat bu bilgisayarın yapısı hala o kadar karmaşık ki, ağlamamız, gülmemiz ve kendi kendini geliştiren yapısıyla diğer bilgisayarlardan ve canlıların beyinlerinden biraz farklı çalışıyor.
    Nasıl mı? Gelin birlikte bakalım…
    Kabaca beynimiz NEREDEYSE 2 yumruktan biraz daha büyük, görsel olarak cevize benzer ve 100 milyara yakın nörondan oluşur.
    Bu hücreler ve omurilik sayesinde merkezi sinir sistemini kontrol eder.
    Çevresel sinir sistemini kontrol eden insan beyni hemen hemen her şeyi bu şekilde kontrol eder.
    Kalp atışımızı denetler, nefes almamızı ve sindirim sistemini yönetir, düşünme, mantık ve soyutlama gibi karmaşık zihinsel eylemleri de yine beynimiz yapar.
    Beynimizi oluşturan ana yapılar 3 bölümden oluşur.
    Bunlardan ilki Beyin sapı, omuriliğin tepesini çevreleyen bölgededir.
    Bu bölge nefes alıp vermemizi, tehlike sinyalleri aldığında aktive olmak üzere reflekslerimizi kontrol eden bölgedir.
    İlginç isimli Limbik sistemimiz, beyin sapını çevreler ve beynin en duygusal yapısıdır.
    Bir diğer görevi ise beynimize kaydettiğimiz hatıraları düzenlemektir.
    Bu yüzden kendisi çok aktif çalışır ve hayatımıza etki eden olayları yorumlamamıza, duygusal bağ kurduğumuz hikaye ve kişileri hatırlamamıza sebep olur.
    Gelelim bizi asıl özel kılan bölgeye: Neokorteks’e.
    Neokorteks beynin düşünce merkezidir.
    Görme, işitme, konuşma, üretme, ve düşünceyi yorumlama gibi hayati öneme sahip işlevleri yerine getirir.
    Bunları yaparken bir yandan yerine getirdiği bir başka inanılmaz işlev ise, az önce saydığımız konuşma, işitme ve görme gibi eylemlerin hepsini ayrı olarak işlemesi ve hızlı bir biçimde çözüm üretebilmesidir.
    Öncelikle beyin tıpkı diğer organlarımız gibi değerleri iyi dengelenmiş, sağlıklı bir kana ihtiyaç duyar.
    Oksijen ve glikoz, beynin en çok ihtiyaç duyduğu besin kaynağıdır.
    Bunu dört atardamar sayesinde sağlar.
    Beyin bu besinini kılcal damarlar sayesinde tüm bölgelere eşit olarak dağıtır.
    Ve tüm sistemi sürekli kullanmamız için hazır tutar.
    Yani beynimizin yüzde kaçı çalışıyor gibi sıradan bir sorunun cevabını da böylece verelim.
    Beyin hiç durmaksızın aralıksız çalışır.
    Beynin nasıl çalıştığını anlamak için gelin küçük bir örnek verelim: Beynimizi ayak bastığımız dünyamız olarak düşünün.
    Ve bu dünyaya tam 100 milyar insan koyun ki, şu an dünyada sadece 7.7 milyar civarı kişiyiz.
    Tüm bu insanların aynı anda ve sürekli internete girip konuştuklarını, paylaştıklarını, videolar gönderdiğini hayal edin?
    Bu manyetik ağı da kan akışımız olarak düşünebiliriz.
    Trilyonlarca işlemin aynı anda tüm ağı çalıştırmak için sürekli çalıştığını hayal edin. İnanılmaz bir durum değil mi?
    Peki bunu ne sağlıyor? Bunu anlatmamız için gelin sizi anne karnında yaşayan minik bir dostumuzun tıpkı hepimizin gibi yaşadığı hikayesini anlatalım.
    Beynin oluşumu ve nasıl çalıştığını daha iyi anlamak için; hamileliğin 4. haftasında beynin en hızlı geliştiği zamana gidelim.
    Mucizevi çalışkanlığa ve hiç bitmeyen enerjiye sahip nöronlarımızdan bahsedelim.
    4.hafta başlangıcında dakikada 500 bin nöron üreten vücudumuz, bu en uzun ömürlü hücreyi bizlere bol bol üretmektedir.
    Ama onlar bile tek başlarına bütün bu yükü kaldıramazlar.
    Glial'ler kaygan lifler oluşturarak , uzun yollar inşa ederler.
    Bu kurulan yollar nöronların harekete geçmesiyle anne karnında bulunan bizleri 6. ayımızda neredeyse tüm gelişimini tamamlamış olarak hazırlar.
    Yani beyin, şimdiki bildiğimiz beyin şeklini alır ve yetişkin bir insan olana kadar gelişimini devam ettirir.
    Peki beynimiz optimal gelişmişlik düzeyine geldikten sonra etrafımızda olup bitenleri nasıl çözümler?
    Videonun başında da belirttiğimiz gibi, bunu çevresel sinir sistemi olarak adlandırdığımız omurilikteki 1 milyar nöron sayesinde yapar.
    Bu büyük sistemi incelemeye hücrelerle devam edelim.
    Her biri milimetrenin 200'de 1'i boyutundaki mikroskobik hücrelerdir
    Bu çok ama çok küçük kahramanlar bir araya gelerek bir sürü işlem yaparlar ve beyin aritmetiğinde nöronlara destek olurlar.
    Bu hücrelerin zarları üzerinde kendilerine ulaşan bilgileri almak için antenler bulunur.
    Elektriksel uyarı olarak dilimize çevirdiğimiz bu dendritlerin bağlı oldukları ana gövde ve aldıkları bilgiyi yayan akson diye nitelendirdiğimiz vericileri, yani bilgiyi yayan santralleri vardır.
    Bu aksonların gözle görülmeyecek hünerleri mevcuttur.
    Antenler dendritden aldıkları mesajı akson'a iletirler, akson kanallarında ise bilginin dağıtımını yapacak ve diğer hücreleri harekete geçirecek keselerle yaparlar
    Bu keselerin görevi ise elektrik sinyali ile gelen bilgiyi, kimyasal sinyale çevirerek diğer tüm hücreleri bilgilendirmektir.
    Bunlara ise Nörotransmitter adı verilir.
    Beyin bu denli karmaşık ve hala yapılacak deneylerle açıklanmaya muhtaç gizemli bir organdır.
    %75'i sudan meydana gelen bu yapıdaki nöronlar yaklaşık 400km/saat hızla hareket ederek bu yapıyı sürekli açık tutmak için çabalarlar.
    İlerleyen yıllarda yapacağımız deney ve araştırmalar eminiz ki bizleri daha çok şaşırtacak bi çok bilinmeyeni açıklayacaklardır.
    Şimdilik üzerinden daha çok deney ve çalışma yapılsa da bildiklerimizin hepsi bu.
    Bizi yönlendiren, duygularımıza hakim olan beyin, bizi diğer canlılardan farklı kılan yegane organımızdır.
    Konunun başında da söylediğimiz gibi, beyninizin yüzde kaçını kullanıyorsunuz gibi sorulara kesinlikle aldırış etmeyin.
    Çünkü beyin aynı kaslarımız gibi, yeterli derecede egzersiz ve sağlıklı bilgilerle zamanla kendini geliştirebilen bir organdır.
    Bu yüzden Einstein beyninin yüzde kaçını kullanıyormuş gibi soruları bir kenara bırakıp onu eğitin, geliştirin ve gelişin.
  22. Güneşimizin 10 yıllık mazisi  

    Nasa yine en iyi bildiği işi yaparak bizleri heyecanlandırmış görünüyor.
    Güneşimizin aktivitesini 10 yıl boyunca kayıt altına alan Nasa çalışanları, 61 dakikalık keyifli bir video ile bizlere şahane bir görsel şölen aktardılar. İlham verici bu görüntüler, Solar Dynamics Observatory (SDO) uzay aracı tarafından 10 yıldan fazla süreyle kaydedildi. 
    Heyecan verici olan ise, her bir saniyenin, Güneş sistemimizin merkezinde bir güne denk geliyor olmasıdır.
    Buyrun birlikte izleyelim!
  23. Mars'taki dev buz Korolev Krateri  

    Mars'ta geçtiğimiz yıllarda bulunan 'Su Buzu' dolu Korolev Gölü'nün güzel bir animasyonu yayınlandı.
    Korolev krateri, en derin noktasında 1.8 km'ye oluşan, çapı ortalama 82 km'yi bulan bir krater gölü. Buz, 'soğuk tuzak' denen bir fizik olayı ile korunuyor: Buz birikintisi üzerinde hareket eden hava soğur ve alçalır. Bu doğrudan buzun üzerinde oturan ve buzu koruyan bir soğuk hava tabakası oluşturur.
    Kaynaklar:
    Kredi: ESA/DLR/FU Berlin, CC BY-SA 3.0 IGO / mash mix [Space.com] [Steve Spaleta]
    Steve Spaleta:
    https://twitter.com/stevespaleta
    Bu video Avrupa Uzay Ajansına ait Mars Express uzay aracından gelen, en güncel Mars üzerinden uçş ile elde edilmiş, görkemli Korolev Kraterine ait bir Yüksek Çözünürlüklü Stereo Kamera kayıt görüntüsüdür. 
     

Hakkımızda

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel bilim haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Bilim Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız buradan iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...