-
İçerik sayısı
110 -
Katılım
-
Zafer Günleri
1
İçerik Türü
Profiller
Forumlar
Videolar
Biyolokum kullanıcısının paylaşımları
-
Periyodik cetvel, elementlerin özelliklerinin gösterildiği bir tablo ve çeşitli bilim dallarında sıklıkla kullanılır. Özellikle kimyada ve fizikte, periyodik cetvel çok yararlı bir araçtır ve elementlerin atomik yapısı, elektron dizilimi, kimyasal özellikleri ve fiziksel özellikleri hakkında bilgi sağlar. Periyodik cetvel, elementlerin atom numaralarına göre sıralanmıştır. Atom numarası, bir elementin proton sayısını gösterir ve elementlerin periyodik cetvelde yer aldığı sıra da bu proton sayısına göre belirlenir. Bu sayede, elementlerin fiziksel ve kimyasal özellikleri arasında bir ilişki sağlanmış olur ve elementlerin özellikleri, proton sayılarına göre gruplandırılır. Periyodik cetvel, çeşitli bilim dallarında farklı amaçlar için kullanılabilir. Örneğin, kimyada elementlerin birbirleriyle reaksiyon geçirebilme olasılığını belirlemek için kullanılır. Ayrıca, fizikte elementlerin elektron dizilimi hakkında bilgi sağlar ve böylece elementlerin iletkenlik düzeyleri ve diğer elektriksel özellikleri hakkında bilgi verir. Periyodik cetvel, ayrıca metal, ametal ve semimetal olarak sınıflandırılan elementlerin özelliklerini de gösterir. Bu sınıflandırma, elementlerin kimyasal özelliklerine göre yapılır ve metal elementlerinin elektron yapısı, ametal elementlerininkine göre farklıdır. Semimetal elementleri ise, hem metal hem de ametal özellikleri gösterir. Periyodik cetvel, kimyada ve fizikte önemli bir araçtır ve elementlerin özellikleri hakkında bilgi sağlar. Ayrıca, metal, ametal ve semimetal elementlerin özelliklerini de gösterir ve elementlerin birbirleriyle reaksiyon geçirebilme olasılığını belirlemek için kullanılır.
-
Göz rengi, göz bebeği içinde bulunan pigmentlerin miktarına ve dağılımına göre belirlenir. En yaygın göz renkleri mavi, yeşil, gri ve siyahtır. Ancak, göz rengi genetik olarak belirlenir ve birçok farklı renkte olabilir, örneğin açık mavi, koyu mavi, yeşil, turkuaz, gri, kahverengi ve siyah. Göz rengi değişebilir ve zamanla açılıp koyulaşabilir. Bu değişimin nedeni, göz bebeği içinde bulunan pigmentlerin miktarının değişmesidir. Göz rengi, aynı zamanda ışık koşullarına ve kişinin ruh haliyle de ilgilidir. Örneğin, göz rengi, ışık koşullarının karanlık olması durumunda daha koyu görünebilir. Genetik olarak göz rengi nasıl değişir? Göz rengi, insanların genetik yapısına göre belirlenir. Bu yüzden göz rengi, bir kişinin annesi ve babasından geçmiş olduğu genlerle belirlenir. Genler, insanların fiziksel özelliklerini, örneğin göz rengini, saç rengini ve cilt rengini belirleyen moleküllerdir. Göz rengi, göz bebeği içinde bulunan pigmentlerin miktarına ve dağılımına göre belirlenir. En yaygın göz renkleri mavi, yeşil, gri ve siyahtır. Ancak, göz rengi genetik olarak belirlenir ve birçok farklı renkte olabilir, örneğin açık mavi, koyu mavi, yeşil, turkuaz, gri, kahverengi ve siyah. Göz rengi, özellikle de açık renklerin değişimi, zaman içinde de değişebilir. Bu değişimin nedeni, göz bebeği içinde bulunan pigmentlerin miktarının değişmesidir. Örneğin, bebekler doğduklarında genellikle mavi gözlü olurlar, ancak göz rengi zamanla değişebilir ve daha koyu hale gelebilir. Bu değişim, pigmentlerin miktarının ve dağılımının değişmesinden kaynaklanır. Genetik olarak göz rengi, insanların annesi ve babasından geçmiş olduğu genlerle belirlenir. Bu genler, insanların fiziksel özelliklerini, örneğin göz rengini, saç rengini ve cilt rengini belirleyen moleküllerdir. Örneğin, eğer bir kişinin annesi mavi gözlü ve babası kahverengi gözlü ise, bu kişinin göz rengi kahverengi olma ihtimali daha yüksektir. Ancak, bu kişinin göz rengi aynı zamanda diğer genlerden de etkilenebilir ve mavi, yeşil veya gri gibi farklı renklerde de olabilir.
-
Felsefe tarihini okumak, insanın kendini okuması, belki de kendine yer bulma uğraşısıdır. Yoksa kendinden uzak bir dünyanın varlıklarını tanımak ya da tanımaya çalışmak anlamsızdır. Farklı coğrafyalardaki insanlarının sorduğu sorular ve aradığı cevaplar, bizden asla bigâne değildir. Dertleriyle dertlenmek yada dertlerimize ortak bulmak açısından felsefe tarihi okumak anlamlıdır. Ne varki, felsefe tarihi okumak felsefe yapmak anlamına gelmez. Bu yüzden felsefe okuyan çok. Ama felsefe yapan azdır. Felsefe yapmak, geçmişteki insanların sorulara verdiği cevapları yorumlamak değil, o soruları soru edinmek ve kendince bir cevap aramaktır. Felsefe tarihini okumak, kendimizi okumak; felsefe yapmak, kendimizi tanımaktır, demiştik. Kendimize bakmadan felsefe tarihini okumak, kişiye kendini değil, başkalarını tanımaya, o da öylesine tanımaya imkan verir. Halbuki başkalarını tanımak, kendini tanımak değildir. Çünkü başkalarını okumak, başkalarını tanımayı da öyle zannedildiği gibi sağlamaz, hele kendisini tanımayı hiç değil. Buna karşın, kendimizi tanıma gayreti, başkalarını tanımayı sağlar. Hatta o başkaları dediğimizin gerçekte bizden ya da bizler olduğumuzu anlamamıza vesile olur. Böylelikle bütüncül bir bakış açısını yakalamış oluruz. Aksi takdirde felsefe tarihini okumak, retorik bir düzlemden öteye gitmeyecektir. Tabi ki Felsefe Tarihi'ni okumadan da, felsefe yapıla bilinir. Bu okumalar, felsefe yapmak isteyen kişilerin yalnız olmadığı noktasında bir heyecan verirken, bu kişilerin zihnindeki muammaların ve kafasındaki soruların cevaplarını bulmada yardımcı olur. Bir ortaklık ve bir paylaşımdır felsefe tarihi okumaları. Her bilenin üstünde bir bilen vardır ve her bilgi, bilinmeyene açılan yeni bir kapıdır. Tarihteki bir filozofun getirdiği bir önerme, bir örnekleme, bir soru ya da kavram, bizlerde yepyeni ufuklar açabilir. O'nun sorusu, bizde cevap olarak yankılanabilir. Tarihteki bir önerme bizde bir öğreti olarak karşılık bulabilir. Bir kelime, bir paradigmaya dönüşebilir. "Hiç kimse tek başına bir ada değildir". Kişinin tarihten, aileden, sosyal çevreden ve tabiattan devşirdiği onca şeyler vardır. İsmini bilelim, bilmeyelim, bizdeki bir yaklaşım, köklerini tarihin derinliklerinde var etmiştir. Bu, kimilerin de zannettiği gibi, "gök kubbe altında söylenecek bir şeyin kalmadığına yorulmamalıdır. Çünkü esas olan devinimdir, oluştur. Bitmiş olan bir şey yoktur. Benzeşmek, aynilik değildir. Hayat ve insanlar var oldukça daha söylenecek çok şey vardır kuşkusuz. Çünkü "Yaratılış devamlıdır", "tecellide tekrar yoktur" ve insan her dem kendini yaşamaktadır, üstelik yeniden. İnsandan insana olduğu gibi, bir insanın bir ömrü hatta bir günü içerisindeki tasavvurlar dahi farklıdır. Ve bu farklılık, zannedilenin aksine olumludur. Benzerlik, aynı hamurdan olan insanların aynı konuya duydukları ilgidendir. Bizi kendimiz yapan farklılıklarımızda ve bunlar ayrıntılarda gizlidir. Bunu ancak, bakmayı bilenler görebilirler. Hiç benzeşme olmasa, zerre kadar uyuşma bulunmazdı. Hiç farklılık olmasa, varlık ve oluşta anlam kalmazdı. Varlığın oluş halinde bulunması, varoluşun sürekli olmasını ve varolanların bir iletişim, bundan müstenit bir etkileşim içinde bulunmalarını gerektirmektedir. Aynı şekilde düşünceyi salt kendindeki gibi sınırlamak ve düşünme biçimini sadece kendi şekliyle görmek, varlığı ve oluşu, kendinden başkasına hasretmemektir. Unutulmamalıdır ki, nasıl sayısız insanlar varsa, o denli dünya görüşleri ve düşünme biçimleri vardır. Felsefe Tarihi ile ilgili eserler, dilimizde çok da yaygın değildir, var olanlar da en çok 19. yüzyıl felsefesini kapsar. 20. yüzyıl felsefesini günümüze kadar içeren kuşatıcı bir felsefe tarihi şu ana kadar ya yoktur ya da yetersizdir. Felsefî eserlerin nispeten çokluğuna karşın, felsefî düşünce serüveni, kişiler ya da akımlar baz alınarak pek yapılmamaktadır. Mevcut Felsefe Tarihi eserleri, ya dönemliktir. İlk Çağ Felsefesi gibi ya belirli bir coğrafyayı ele almaktadır. Hint Felsefesi gibi ya da bir düşünce atmosferi etrafında belirmektedir. İslam Felsefesi gibi. Kimileri Felsefe Tarihi denince, sadece Antik Yunan'dan başlayan Batı düşüncesini düşünmektedir. Hint, İran ve Çin düşüncesi belki de daha da önceden Sümer mitolojisi ile birlikte Orta Çağ Felsefesi içerisinde İslam Felsefesi yok gibidir. Sanki bu düşünceler, ortak konulara değinmemiştir ve sanki bu düşünürler birbirlerini hiç tanımamışlardır. Bu ideolojik gibi görünen tarihi okuma biçimleri, her birinin kendi izinde özgün oldukları, başkasından etkilenmedikleri ancak başkalarını mutlaka etkiledikleri anlayışından kaynaklanmaktadır. Halbuki yukarıda da değindiğimiz gibi, Valery'nin ifadesiyle "soylu akrabalık" bu tür etkileşimlerden doğar. Bundan korkanlar, bu soylu akrabalığa kendini layık görmeyenlerdir. Kimilerince de Felsefe Tarihi, sadece coğrafi alanda değil, ilgi noktasında da daraltılmış bir alan çağrıştırmaktadır. Felsefe Tarihi içinde bir din, bir sosyoloji, bir ekonomi, sanat ya da bilim bulunmaması bu yüzdendir. Sanılır ki, felsefeciden bilim adamı olmaz ya da bir dindar aynı zamanda bir filozof olamaz. Modernizmin parçalayıcı ve indirgeyici anlayışından doğan bu yaklaşım, insanları ve buna bağlı olarak farklı ilgi ve disiplinleri kategorize ederek aralarındaki ilişkileri kopartır. Halbuki Felsefe Tarihi, teknik olarak aynı zamanda bir din, bilim ve sanat tarihidir. Çünkü bu dört eğilim, insanın kendisini tanımasına ve hayatına yön vermesine etken olan en önemli girişimlerdir. Felsefeye olan yanlış ve yanlı bakış açıları, felsefe tarihini de problemli bir alan hale getirmiştir. Biz, bütün bu problemleri kısmen de olsa çözen; ama tamamıyla gören bir çalışma yaptık. Az sayıda olan Felsefe Tarihi eserlerinin yanında sayısal anlamda artı bir fazlalık olmaktan çok, eserin, yöntemi ve içeriği açısından önemli bir rol oynayacağı kanaatindeyiz. Felsefe Tarihini Antik Yunan'dan başlatmamıza karşın, Hint, Çin ve İran düşüncelerine, düşünürlerine ve eserlerine yer verirken; İslam Felsefesinin etkisinden ve bu felsefenin önemli isimlerinden de bahsettik. Ayrıca Felsefe Tarihini, halen yaşayan filozoflara değin sürdürmüştür. Belki de liste başı yapılabilecek diğer bir husus da, Felsefe Tarihini incelerken sosyolog, ekonomist ve bilim adamlarından önemli isim, eser ve doktrinleri de ele almış olmasıdır. Önemli filozoflardan kimilerine hiç değinmemesi Bergson gibi ve sanatçılardan kimseye felsefî anlamda yer vermemesi bir eksiklik olarak görülebilir. Ancak önemli bir boşluğu dolduracağı ve bu tür eserlerin yayınlanmasına bir ivme katacağı kuşkusuzdur.
-
Önce “Bilgi” kavramıyla neyi kast ettiğimi net bir şekilde belirteyim. Bir şakul düşünün. Bildiğiniz gibi, şakul hep yerin merkezine doğru yönelir. Peki yerin merkezi ne demek? Şu demek: Gravite veya yer çekimi denilen güç sistemi vardır; ve bu güç sistemiyle tüm maddeler birbirlerini kütleleriyle doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olacak şekilde (f=m1 x m2/r2) çekerler! Dünyamızdaki tüm maddeler birbirlerine yapışarak bir küre şeklinde kümeleştikleri için, dünyamızdaki tüm maddelerin toplamının oluşturduğu (yaklaşık 6.1021 tonluk) toplam bir çekim gücü oluşur ve yeryüzündeki bir madde için, bu toplam çekim gücü, yerin merkezindeymiş gibi bir bileşke oluşturur. Bu nedenle, elimizden düşen her nesne, bu merkezi çekim kuvvetini algılayarak, yerin merkezine doğru düşerler. Şakul de aynen öyle. Yeryüzü düz değildir. Yüksek dağların olduğu bölgeler vardır; derin göllerin veya denizlerin olduğu bölgeler vardır. İşte ilginç nokta burada başlar: Bir şakul, düz bir ovada iken tam yerin merkezine doğru yönelirken, yüksek bir dağın dibine geldiğinde, tam yerin merkezine yönelmeyip, biraz dağa doğru eğilerek yönelir, çünkü dağın kütlesi küçümsenecek bir şey değildir ve gözle görülebilir derecede bir sapma etkisi yapar. Yani elimizden bırakılan bir taş, dağın kütlesini de yukarıdaki formüle göre ekstradan hesaplayıp, oluşan sonuca göre bir açıyla "düşer"! Peki bir taş veya demir parçası, yakındaki bir dağda kaç ton malzeme olduğunu, aralarında kaç metre mesafe olduğunu nasıl bu kadar hassas olarak saptayıp da ona göre düşüyor? Aynı durum denizlerdeki gel-git olayında da ortaya çıkar. Ayın dünya etrafında dönmesine uygun olarak, denizlerdeki sular, ayın bulunduğu tarafa doğru kayarak, dünyanın o tarafında yükselip "gel" olayını başlatırken, doğal olarak, dünyanın Ay'a uzak tarafındaki denizlerdeki su seviyesi düşer ve "git" olayı oluşur. Hele Güneş ve Ay aynı hizaya gelip, çekim kuvvetleri bir-birlerine eklenince, bu "gel-git" oranı daha da artar. Denizlerdeki su zerrecikleri, ayın veya güneşin ne kadar kütlesi olduğunu, ne kadar uzakta olduklarını nasıl biliyorlar ve yukarıdaki formüle yerleştirerek (bizlerin karmaşık matematiksel işlemlerle zar-zor yapabildiğimiz dereceden çok daha) hassas olarak bu karmaşık hesaplamaları yapıp, ona göre kendilerine bir yön belirliyorlar? Akılları bu işlere yetmeyenler hemen kestirmeden gidip, "Bu Allah'ın işidir" veya "Bu doğanın bir işidir" deyip, işin içinden çıkarlar. Ama asıl sorun işte bu ya: "Allah (veya doğa) olayları nasıl etkileyip-yönlendiriyor? Allah'ı (veya doğayı) nasıl anlayıp-yorumlamalıyız?" Doğa ve dünyanın sürekli değişim-dönüşüm içinde olması sonucu ortaya çıkan “değişim-dönüşümler” göstergesine zaman denir; yani zaman her şeyde var olan bir sürekli-değişim-dönüşümlülüğün sonucudur. Bizim yaşadığımız evrensel sistem sürekli bir genişleme içinde olduğundan, fizik ilkeleri gereği, enerji ve momentin evrensel ölçekte sabit tutulması gerekliliği karşısında, tüm varlıklar, enerji yoğunluğu gittikçe azalan ortamlarda yaşamak (veya bulunmak) durumuyla karşı karşıyadırlar. Bu durumda, tüm varlıklar, sürekli değişim-dönüşüm içindeki bu sisteme uyum sağlayabilmek için, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, yapılarında da bunlara uygun değişim-dönüşümlere giderler. Her hangi bir şeyin yapılabilmesi, “bilgi” ile olası olduğundan, her varlık, belli bir “bilgi” oluşturur ve bu bilgiye göre davranır. Bilgi, var olan şeyleri ve bunlara ait özellikleri gözlemleyip, bu şeylerden ve özelliklerinden yararlanarak daha ekonomik bir yapısallaşmaya gitmektir. Bu temel tanımdan sonra, “bilgi” dediğimiz şeyin nasıl oluşturulduğunu inceleyelim. Bilgiler Nasıl Oluşur? 15-20 bin yıl öncelerinde yaşayan insanları düşünün; henüz hala mağaralarda yaşıyor. Ama dünyanın her yerinde barınacak mağara yok, bol besin bulunan düz yerlerde yaşamanın bir çaresini arıyorlar. Kafalarındaki mevcut bilgilere göre bulabildikleri çözüm, toprağı kazıp bir çukur oluşturmak ve bu çukurun üzerini, öldürdükleri hayvan derileriyle örtmek. Pek ideal değil ama, yine de bir çözüm. Ama sürekli daha iyi bir çözüm arayışı içindeler. Zamanla çamurun kurutulmasıyla kerpiç gibi sert bir malzeme üretmeyi başarırlar ve bu şekilde, ağaçlardan elde ettikleri parçalardan da yararlanarak, kerpiç evler yapılmaya başlanır. Şimdi bu yeni bilgilerin o insanların beyninde nasıl oluştuklarını günümüz nöro-fizyolojik bilgilerine göre tasarlamaya çalışalım. Çevresini gözlemleyen bir insanın gözleri ağaçları görür; ağaç, beyindeki hücrelerce şöyle bir görüntüyü simgeleyen biyo-fiziko-kimyasal bir sinyale dönüştürülür. Beyindeki hücrelerce bu sinyal oluşturulduğunda, “ağaç” hatırlanır veya düşünülmüş olur. Ağacın parçalarına ayrılması ile oluşan tahta veya kalas gibi kısımlar da yine benzer şekilde sinyallere dönüştürülerek beyindeki bilgi deposuna yüklenirler. Benzer şekilde, doğada gözlenen tüm nesneler (toprak, su, taş, taşın parçaları olan mineraller, bitki ve hayvan türleri, vs.) birer sinyal olarak beyinde depolanırlar ve gereksinim duyulduğunda hatırlanıp, işleme konulurlar. Toprağın suyla karıştırılmasından oluşan ve istenilen formda kurutulduğunda kerpiç gibi sert bir yapı taşına dönüşen nesne “kerpiç” olarak ayrı bir kavram, ayrı bir madde olarak depolanır. Kerpiç ve ağaç parçalarının kombinasyonundan oluşan “ev” kavramı ayrı bir sinyal olarak depolanır. Beyindeki hücreler, gece-gündüz sürekli beyindeki bu bilgileri kullanarak doğa ve dünyadaki değişim-dönüşümlere karşı yeni çözümler oluşturma çabasındadırlar. Bunun için geceleri rüyalar şeklinde senaryolar oluşturulurken, gündüzleri somut deneyler, ve tasarımlar yapılır. Kerpiç, ev, tahta gibi kavramlar sadece bu nesneleri gözlemleyip, bunları tanımlayıcı sinyaller oluşturabilen hücre-şirketleri (örn. insan) için vardırlar. Yani bu tür kavramlar hücreler arası bağlantılar ve etkileşimlerle oluşturulurlar. Tek bir hücre için kerpiç veya ağaç gibi kavramlar yoktur. Tek bir hücre için, başka hücreler ve onların yaptıkları vardır; her gün karşı-karşıya oldukları, şeker, su, her türlü mineral, her türlü protein, amino-asit, tüm kimyasal elementler, vs. gibi mikro ölçekli varlıklar ve bu varlıkları simgeleyen sinyaller onların bilgi-depolarında vardır. Dolayısıyla, yiyip-içtiğimiz her türlü besin, hücrelerimiz tarafından bu mikro-boyutlu parçalarına ayrılarak tek tek algılanıp, gerekli analiz ve sentezler yapılır ve sindirim denilen işlem gerçekleşir! Anlaşılacağı üzere, hücrenin ufku küçüktür; hücreler-şirketinin (insanın veya başka bir hayvanın) ufku genişlemiştir. Görüldüğü üzere, biz insanların gerçekleştirdiği tüm eylemler, gerçekte beden içindeki hücrelerce yapılıyor. Bizler sadece onların belli işlemleri gerçekleştirebilmek için oluşturdukları birer aygıtız. Bedenlerimizin tasarımcıları da, tamircileri de hücrelerimizdir. Kısacası, bedenimiz ve canımız tamamen onlarındır. Bir yerimiz yaralandığında, yarayı onlar kapatmaya başlarlar; bedenimize bir zararlı mikrop girdiğinde, o zararlı mikropla savaşacak “askerleri” de onlar yetiştirirler, oluşacak “ordunun sayısını” da onlar ayarlarlar; deniz kenarındaki evimizden kalkıp, 2-3 bin metrelik bir yaylada yaşamaya başladığımızda, o yükseklikte oksijen oranını azaldığını algılayıp, bu az yoğunluktaki oksijenden gerektiği kadarını taşımak için gerekli oksijen taşıyıcı (alyuvar) sayısını artıran da yine hücrelerimizdir; uzayda bir uydu içinde yaşamaya başlayan bir bedende, gravite kuvvetinin azalması nedeniyle, her zıplayışta 3-5 m. yükselip, kafası tavana çarpan insanlarda, gravite kuvvetinin azaldığını algılayıp, bu kadar yükselmeyi gerektirecek kas hücrelerine gerek olmadığı kararını alan ve fazla kas hücrelerinin intihar etmelerini sağlayanlar da yine hücrelerimizin taa kendileridir!!! Bir darbeyle beynimizdeki hücreler arası bağlantıların hasar görmesi durumunda, bilincimiz kaybolur; soğukta donmaya başladığımızda, tüm hareket yeteneklerimizin yavaş yavaş kaybolması, en sonunda düşünce bile üretemez duruma gelip, tüm bilincimizi ve hareketliliğimizi kaybetmemiz de hücreler arası bağlantıların donmasının bir sonucudur. Beynimizde bir tümör (ur) büyür ve bu ur çevresine baskı yapıp, hücreler arası bağlantıları zedelerse, bağlantıları zedelenen hücrelerin kontrolünde olan organlarımız felç olmuş olurlar. Sindirim sistemindeki hücreler boş kaldıklarında, şirket merkezine sinyal gönderince, beden yemek peşinde koşmaya başlar; seks organlarındaki hücrelerde üretilen ve depolanan "nesli devam ettirme bilgisi" sinyalleri şirket merkezine ulaşınca, "mart kedisi" gibi dolaşmaya başlanır; vs. Sözün kısası, biz insanlar, tamamen hücrelerimizin güdümünde birer vasıtayız! Bilgi Oluşumuyla Örgütlenme Arası İlişki Şimdi bu "bilgi" dediğimiz kavramın nasıl bir şey olduğuna bakalım. Malum, doğa ve dünya sürekli değişim içinde olduğuna (yani zaman denilen olgu ortadan kaldırılamadığına) göre, bu "bilgi" olgusunun bu değişimlerle ilişkisi nasıl? Bakınız, günümüzde sivil-toplum örgütleri denilen gruplaşmalar ortaya çıkmakta ve insanlar “tepeden bir otoriteden (liderden, vs.)” emir almadan, tamamen kendi kişisel iç dürtüleriyle bir araya gelip, toplumsal hayat sistemlerinin rayına oturtulması için neler yapılması gerekliliği konusunda çözümler ortaya koymaya çalışıyorlar; yani “bilgi oluşturuyorlar” Hücrelerimiz de bizlerin bedenleri olan “hücre-şirketlerini” aynen böyle oluşturmuşlardır; ve doğadaki bu şekilde, içten dışa doğru gelişen, küçüklerin-büyükleri oluşturma sistemine “sinerjetik sistem” denilmektedir. Bu sistemin fiziksel ve matematiksel temelleri synergetic-fizik dalında “information & self-organization” olarak ortaya konulmuştur. “Bilgi”siz hiçbir yapılamamakta, oluşturulamamaktadır, çünkü, bilgi varlıkları birleştiren “bağlayıcı” unsurdur. "Bilgi"nin öğeleri yönlendirici kuvvet oluşturmasını bir örnekle gösterelim: "Şu (...) meşhur kişi pazar günü saat 14de Trabzon-Atapark'da olacak." şeklinde bir bilgi yayıldığını düşünelim. Kafasında o kişi hakkında bir bilgi bulunan ve o kişiye güvenen tüm insanlar o gün o saatte, o meydanda toplanmaya başlar! Maddelerin bir araya gelerek çeşitli bileşikler, çeşitli kümeleşmeler oluşturulması da aynen böyle olmaktadır. Bilgiyi ortaya atan kişi dünyanın bir ucunda, öğelerin birleşmesi ise dünyanın öteki ucundaki bir noktada olabilir! İşte bu durum, atom-altı-parçacıkların "nonlocality" özelliğinden kaynaklanır. Her öğe kendine has bir "bilgi" ile donatılmıştır ve bu bilgi, o maddeye has bir elektro-manyetik dalga olarak ondan çevresine yayılır. Maddenin en temel parçacıkları simetrik yapıdadırlar ve karşılıklı olarak birbirlerini tamamlarlar; yani aralarında alıcı-verici, amaç-hedef ilişkisi vardır. Onlardaki bu temel özellik, onların entegrasyonundan oluşan tüm daha büyük öğeler için de geçerlidir ve bu şekilde proton-elktron, anyon-katyon, erkek-dişi gibi tüm sistemler arasında sinyal alış-verişleri gerçekleşmeye başlar ve tüm maddeler birbirleriyle belli bir oranda karşılıklı olarak etkileşirler. Aynı tür bilgi-dalgaları, o tür bilgi-çipine sahip tüm öğelerde aynı anda aynı etkiyi yapar ve öğeler ortak davranışa girerler. Fizikçilerin "bosons" dedikleri kuvvet iletici öğeler de aynen böyle tanımlanmaktadırlar. Bilginin “bağlayıcılık-birleştiricilik” işlevinin sağlanabilmesi, bileşenlerin hepsinde aynı türde bilginin yerleşik olmasına bağlıdır; yoksa öğeler birbirlerine yapışamazlar. Aynı türde olan canlıların birbirleriyle eşleşip, yeni bir canlı ortaya koyabildikleri; ama farklı tür veya cinslere ait canlıların döllenmelerinin ise asla yeni bir canlı oluşumuna olanak sağlayamadıkları olgusu, bileşenlerdeki bilgilerin birbirleriyle uyumlu olmamasındandır. Dolayısıyla, insanlar karşılıklı olarak birbirleriyle anlaşıp-uzlaşıp doğru bir toplumsal sistem oluşturamıyorlarsa, bunun iki nedeni vardır: 1- Bilgiler birbirinden farklıdır; 2- Bilgiler doğal sisteme uygun değildir, yani negatif-bilgi söz konusudur. İnsanlar arası ilişkilerde her iki neden de maalesef söz konusudur. “Negatif-bilgi” kavramı biraz sonra açıklanacaktır. İki farklı Bilgi Sistemi Oluşumu ve Aktarımı Vardır! Dünyaya yeni gelen bir çocuğun beynindeki bilgi depolayıcı hücreler, henüz birbirleriyle bağlantı oluşturmamışlardır. Bu nedenle yeni doğan bir çocukta henüz bilgi ve bilinç oluşmamıştır. Duyu organlarından gelen verilere göre, ilgili sinir hücreleri bir-birleriyle, zaman içinde gerekli bağlantıları yaparak, söz konusu bilgiyi betimleyecek gerekli sinyal ardışımlarını oluşturmaya başlarlar ve bu şekilde çocuk büyüdükçe, çevresiyle etkileştikçe, bilgi ve bilinç-sistemi de o oranda artmaya başlar. Bir insanın oluşum ve gelişimini, düşünce ve davranışlarını etkileyen "bilgiler" iki ayrı kategoride bulunur. Birincisi Kalıtsal Bilgiler olup, hücrelerin içlerindeki genlerde depolanırlar. Bu kalıtsal bilgilere göre bedenin genel çatısı ve işleyişi oluşturulur ve çocuk dünyaya gelir. Hemen çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte, şekilde gösterilen sarı hattın üstündeki 2 nolu beyin bölgesi büyümeye başlar ve bu büyüyen bölgedeki sinir hücreleri kendi aralarında örgütlenmeye başlayarak, duyu organlarından gelen verileri işleyecek ve yorumlayacak, yaşanılan ortama uygun bir işletim sistemi bilgileri oluşturmaya başlarlar. Eğitsel Bilgiler! Bu bilgiler sonradan büyüyen, beynin 2 nolu bölgesindeki hücreler arası örgütlenmelerde depolanırlar ve tamamen duyu organlarında gelen verilere uygun olurlar! İşte bu nedenle, eğitim çok çok önemlidir, ne ekersek onu biçmek zorunda kalırız. (Hücreler, değişim-dönüşüm içindeki bir doğa ve dünya içinde oluşup-geliştiklerinden, oluşturacakları bedenlerin çevreye uyumunu kolaylaştırmak için, dış ortam verilerini işleyecek örgütlenme işlemini, dışarıdan aktarılacak verilere göre, sonradan yapmaktadırlar! Bu nedenden dolayıdır ki, bir karınca, yumurtadan çıktığı anda algıladığı ilk kokuyu, ait olduğu kolonininki olarak kabul eder; bir ördek, yumurtadan çıktığı anda gördüğü ilk hareket eden canlıyı en-yakını kabul eder; örn. o canlı bir insansa, o insanın peşinden asla ayrılmaz! Yani, dünyaya yeni gelen bir canlıya, nelerin kendisi için iyi, nelerin kötü olacağı bilgileri önceden verilmemiştir, çünkü doğa ve dünya sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir.) İnsanlarda da bu özellik aynen vardır ve çocuklarımızın düşünce ve davranışları, çocukluk evresinde onlara aktarılan ilk bilgilerle denetlenirler!) İnsanlarda da bu özellik aynen vardır ve insanların düşünce ve davranışları, çocukluk evresinde onlara aktarılan ilk bilgilerle denetlenirler! Çocukluk dönemi sonrasında vereceğiniz başka bilgilerle, daha önceden oluşturulmuş olan bu ilk işletim sistemini değiştiremezsiniz! Bu saptama çok çok önemlidir, çünkü "doğru" olgusunun saptanmasının 2. ön şartıdır. Kaynak: Prof. Dr. İsmet Gedik Karadeniz Teknik Üniversitesi Paleo-Biyoloji Uzmanı (Jeoloji Bölümü) / Trabzon Genbilim | kaynak
-
Oswald Spengler (1880-1936) çağının ve toplumunun bunalımından etkilenmiş bir lise öğretmeniydi. 1911 yılında yazmaya başladığı Der Untergang des Abendlandes*adlı yapıtında insanlık tarihine bir başka açıdan bakmayı denedi. O'na göre, bütün nedensellik kavranılan yalnızca doğa olarak dünyaya uygulanabilir. Toplum olarak, tarih olarak doğaya, demek ki insanlık tarihine uygulandıklarında, bu, katıksız bir küfür olur. Tarihin gerisinde onu oluşturan bilmediğimiz bir mistik enerji, kozmik bir güç vardır. Tarih onun çizdiği mutlak ve değişmez bir yazgıya göre devinir.Tarihe bir bilim adamı gibi mantıkla yaklaşmak yerine, ozanca bir sezgi ile yaklaşırsanız bu yazgıyı kavrayabilirsiniz. Spengler tarihin yazgısını kavradığı savındadır. Buna göre, tarihin birimi kültürler, daha çok da yüksek kültürlerdir; dünya tarihi de onların yaşam öyküleridir. Bu organizmaların da öteki organizmalar gibi belli ömürleri ve gençlik, yaşlılık gibi dönemleri vardır. Doğarlar, gelişirler, içlerinde taşıdıkları tüm gizil-güçleri, olanakları ortaya koyduktan sonra, yaşama tutkusunu yitirip, yerlerini yeni büyük kültürlere bırakmak üzere yok olurlar. Böylece yeryüzünden Babil, Hint, Çin, Yunan, Arap ve Meksika olmak üzere altı kültür gelip geçmiştir; yedincisi olan Batı kültürü de öteki kültürler gibi 1050 yıllık ömrünü 2200 yıllarına doğru tamamlayıp yok olacaktır. Her kültürün gençlik ve yaşlılık, yükseliş ve çöküş dönemleri vardır. Spengler'in hesabına göre Batı kültürü, çöküş döneminin de sonlarına gelmiştir.Spengler'in bu karamsar kehâneti, burjuva ve onu izleyen sosyalist çöküş dönemlerinden geçerek yok olacak olan Batı kültürünün yerine, onun yaktığı bazı umut ışıklarına dayanılarak, bin yıllık yeni bir kültürün, Prusya kültürünün III. Reich ırkçı imparatorluğu ile doğmakta olduğu yolunda umutlar uyandırmıştı. Spengler'in 1911'de başlayıp, 1914'de bitirip, savaş yüzünden bastıramayıp, 1917'de gözden geçirip 1918'de bastırabildiği yapıtı Batının Çöküşü, bir yıl içinde doksan binden fazla satmıştır. Kendisi bir tutucu ve Prusya idealinin hayranı olmakla birlikte, Hitler'i ve Nazileri vulgar türediler olarak görmüş, faşizm ile demokrasiyi eşit derecede kınamıştır. Ama en nefret ettiği, kitle cahilliğinin ve demagojik despotluğun en yüksek görünümü olarak gördüğü Sovyet komünizmi idi. Bu nedenle olacak, düşünceleri, sevmediği Nazilerce kapışılacaktır. Ayrıca Spengler'in bu yapıtında Nazilere ümit veren görüşler de vardır. Spengler'e göre kültürlerin, 1. kültür öncesi aşama, 2. kültürün ilk dönemi, 3. kültürün son dönemi (uygarlık dönemi) olarak üç aşaması vardır. Kültür öncesi aşamada insan etobur göçebe bir hayvandır. Tarımın ortaya çıkmasıyla insan köylü olur. Köylü doğada, Spengler'in "ön ruh" dediği ruhu keşfeder. Bu kültür öncesi aşamada, siyaset, sınıflar, devlet yoktur. Yalnızca birbirlerine kan bağı ile bağlı göçebe ve tarımcı kabileler vardır. Bu köylü toplulukları okyanusu içinden birinin (genlerin mutasyonu gibi) nedenini bilemeyeceğimiz bir değişiklik geçirip, ondaki ön ruhtan, büyük bir ruhun uyanmasıyla, kültür doğar. Sümer'in ve Mısır'ın birdenbire yükselişleri böyle olmuştur. Kültürün ilk dönemi onun en yaratıcı evresidir. Bu dönemin birinci aşaması feodalizmdir. Feodalizmde kabileler bir folk (halk) olarak örgütlenmeye başlar, ikinci aşaması feodal ekonomide ve feodal değerlerde görülen bir bunalımla başlar; aristokratik bir devlet biçiminde örgütlenmiş "ulus"un doğmasıyla gerçekleşir. Yüksek kültürün ilk döneminde önderlik ırka dayalı bir yaratıcı azınlığın elindedir. Kültürün, Spengler'in uygarlık dönemi dediği son evresinde, devlet, ulusal hükümet iyice gelişirler. Burjuvazi doğar ve büyür. Onunla birlikte para, toprak mülkiyetinin ve aristokrat değerlerin üzerinde zafer kazanır. Kan bağlan önemini yitirir; halk, kitlelere dönüşür. Büyük kentler, makineler kaplar ortalığı. Bu dönemde, devrimler ve anarşi ortamında Sezarizmin yeni yetmelerinin tiranca diktatörlüklerini görürüz. Bu aşamada, kuvvet politikası, burjuvazi ve para politikası üzerinde zafer kazanır. Çağında, Almanya'da bu dönem yaşanmakta, bu nedenle dünyanın efendisi olan Nordik ırk, makinenin kölesi olmaktadır.Anlaşılan Nordik ırkın insanı, doğası gereği köylü savaşçı olacakken işçi olmaktaymış. Spengler'e göre, yüksek kültürün doğuş nedeni, coğrafya, ırk vb. değildir. Tersine bir halkın içindeki sınıflardan ve ırklardan tarihi yaratan kültürdür. Bununla birlikte Spengler yapıtında genç Nordik ırkın üstünlüğü üzerinde güzel varsayımlarda bulunmuştu. Yaşamı bir savaş olarak görmüş, savaş ve fetih içgüdülerine uyan ırkların üstün ve fazla yaşayan ırklar olduğunu söylemişti. Sağlıklı bir ırkın belirtisinin, ailelerin çok çocuk edinmesi olduğu görüşünü öne sürmüştü. Genişleyen bir nüfus ulusal görkemin temeli idi ve Nordik ırkın kollektif ölmezliği özleminin özetiydi. Uygarlığın tıp vb. önlemleri, doğal ayıklanmayı engelleyerek ırkın gücünü zayıflatıyordu. Oysa barbarlık bir ırkın gücünün ölçüsüydü. Kültür, Spengler'e göre, kentin yapay ürünlerinin değil, ırksal deneyimin yavaş yavaş gelişmesinin birikimiydi. Spengler'in en korktuğu şey, ya da okuyucularını en çok korkuttuğu şey, dünya devrimleriydi; beyaz ve renkli dünya devrimleri. Beyaz dünya devrimi dediği şey, kitlelerin yükselişinde ve Marksizmde dile getirilen sınıf savaşıydı. Renkli devrim ise ırkların savaşıydı. Ancak Spengler renkli ırk kavramının kapsamını genişleterek, zenciler yanı sıra içine Moğollar'ı, İslâm ulusları, Hindistan halklarını ve Ruslar'ı da aldı. Renkli dünya devrimi Jakobenlerin Haiti zencilerini insan hakları için savaşıma çağırmalarıyla başlamıştı. Dünya Savaşı'ndan sonra, renklilerin, Avrupa'da beyazın beyazla savaşını fırsat bilip, Avrupa topraklarına yürümeleriyle, doruğuna ulaşmıştı. Aslında savaşı yitiren Almanya değil beyaz ırktı. Bir de beyaz devrim (sınıf savaşı) ile renkli devrim (ırk savaşı) birleşirlerse, işte o zaman beyaz uygarlığının tüm değerlerinin sonu gelmiş demekti. Böyle bir yıkımı ancak Nordik ırkın canlılığının en iyi temsilcilerinin savaşçı direnişleri önleyebilirdi. Bu role en uygun ulus ise, elbette Almanlar idi. Tarih Almanlar'ı 1500 yıldan beri bilinçli bir biçimde büyük savaşlarda ve denizaşırı serüvenlerde kullanmıştı. Böylece kanının saflığının ve enerjisinin korunmasını sağlamış, Almanya'yı bu göreve hazırlamıştı. Görüldüğü gibi Spengler, Naziler'e birçok malzeme verirken, renkli ırk kavramını, sömürge halklarını ve Sovyet düzenini benimsemiş halkları içerecek kadar genişletirken, beyaz ırkı Avrupa ya da Batı halklarıyla özdeşleştirmiştir. Beyaz ırkın koruyuculuğu görevini. Nordik öğeyi temsil eden Alman ulusuna layık görerek, tüm sınıflarıyla Alman ulusunu üstün ırk kavramının içine sokarak, ırkçı düşünüşün emekçi sınıflara yayılmasının formülünü ve bunun korkutucu ve sevindirici yönleriyle büyüsünü de armağan etmiş oluyordu. Genbilim arşivinden | kaynak
-
- oswald spengler
- spengler teorisi
- ve 1 etiket)
-
Günümüzün en önemli meselesi barış ve istikrarı sürekli kılmaktır. Bugün küçülen dünya ortamında barış ve istikrarı sağlamada; başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere, Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı (AGİT), Avrupa Atlantik Ortaklık Konseyi (AAOK), Akdeniz Diyaloğu, Batı Avrupa Birliği (BAB) ve Avrupa Birliği (AB) gibi kuruluşların önemi artmış ve birbirleriyle koordineli olarak çalışma ihtiyacı ön plâna çıkmıştır. Özellikle NATO ve BAB gibi güvenlik örgütleri bu amacın gerçekleşmesinde daha büyük önem kazanmıştır. Bölgede; NATOnun Avrupa-Atlantik bağının muhafazası ile askerî yapısının esnek bir niteliğe kavuşturulması çalışmaları, Avrupalı müttefiklerin savunma alanında daha görünür bir rol üstlenme çabaları ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK)nin ittifak içinde geliştirilmesi konuları, yaşanmakta olan dönüşüm sürecinin ağırlıklı boyutları olarak ön plâna çıkmıştır. Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristanın NATOya katılmalarını müteakip 1999 NATO Vaşington Zirvesinde Bulgaristan, Romanya, Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Makedonya ve Arnavutluktan oluşan 9 ülkeye Üyelik Eylem Plânı önerilmiş ve üyelik için standartlar belirlenmiştir. Ayrıca 1999 Mayıs ayında yürürlüğe giren Amsterdam Anlaşması ile de Avrupa Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (AODGP) çerçevesinde, AB ve BAB arasında daha yakın kurumsal ilişkiler geliştirilmesi hedeflenmiştir. Avrupa güvenliğinin yalnızca NATO ve/veya BAB vasıtası ile sağlanamayacağı değerlendirilerek, karşılıklı olarak birbirini takviye eden ve tamamlayan kuruluşlardan oluşacak bir Avrupa Güvenlik Mimarisi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. NATO, BAB, AGİT, AAOK, NATO-Rusya ve NATO-Ukrayna ilişkileri ile AB bu mimarinin köşe taşları durumundadır. 1994 yılında başlatılan Barış İçin Ortaklık (BİO) programı, Vaşington Zirvesinde "Geliştirilmiş ve Daha Operasyonel Ortaklık" adı altında NATO-BİO ülkelerinin ilişkilerinin etkinleştirilmesi yönünde atılan adımlarla yeni bir boyut kazanmıştır. BİO programı NATOnun yeni demokrasilerle güvenlik ağırlıklı bir iş birliği kurması bakımından önemlidir. Türkiye, AAOK prensipleri doğrultusunda, bölge ve dünya barışına katkı sağlayacak BİO faaliyetlerine büyük önem vermektedir. Bu çerçevede, Türkiyede Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkezi (BİOEM) tesis edilmiştir. 1994 yılında İsrail, Ürdün, Mısır, Tunus, Fas, Moritanya ve en son Cezayirin iştiraki ile hayata geçirilen NATOnun Akdeniz Diyaloğu ise; Türkiyenin önem verdiği diğer bir faaliyet olup; NATO faaliyetleri hakkında Diyalog Ülkelerinde oluşabilecek yanlış izlenimlerin önlenmesi ve bu faaliyetlerde güven, açıklık ve iş birliğinin geliştirilmesine yönelik işlevlerini başarı ile sürdürmektedir. Türkiye, dünya ve bölge barışı için BM, NATO, AGİT yaptırımı veya kontrolü altında icra edilen Barışı Destekleme Harekâtına da "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" prensibi doğrultusunda destek vermektedir. Bu çerçevede, Bosna-Hersek ve Kosovada yaşanan insanlık trajedilerinin benzerlerinin tekrar yaşanmaması için, bölgede ve tüm dünyada, bu faaliyetlere katkı sağlamayı kendine prensip edinmiştir. Türkiye; her türlü sorunun karşılıklı diyalog, iş birliği ve açıklık politikası ile çözümlenebileceğine inanmaktadır. Bugün dünyada uluslar arası terorizm, yasadışı silâh ticareti ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitle imha silâhlarının yayılması ile mücadele edilmesi konularının da bölge ve dünya barışını sağlamada önemli yer işgal ettiğine inanılmaktadır. Bölge barışını, hatta dünya barışını tehdit eden terorizmin, etnik, ideolojik veya dini düşüncelerden kaynaklansa bile, sonuçları itibarıyla global bir nitelik taşıdığı açıktır. Bugün uluslar arası toplumun, terorizme gereken etkinlikle reaksiyon gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Ancak, birçok ülkede terörle mücadele konusunda mesafe alınmaya başlanmıştır. Türkiye bu konuda tüm ülkeleri hassas olmaya çağırmakta ve ülkelerden dolaylı da olsa terörü destekleyici hatalar yapmaktan kaçınmalarını talep etmektedir. Türkiye, 1973-85 yılları arasında Ermeni-Asala terör örgütü ve aşırı sol örgütler, 1984 yılından itibaren de PKK terör örgütüne karşı olmak üzere yaklaşık 30 yıldır terorizm ile mücadele etmektedir. Elebaşısı yakalanıp Türk Adaletine teslim edilen ve yok olma düzeyine indirilen PKK . terör örgütü kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın binlerce sivil vatandaşımızı katletmiş ve terör yoluyla, bölgedeki ekonomik ve sosyal gelişmeyi, bölgede yaşayan vatandaşlar aleyhine kısmen tersine çevirmiştir. 1999 yılı sonlarında, PKK terör örgütüne karşı mücadelenin askerî cephesi başarıyla hemen hemen sonuçlandırılmış ve sıra, diğer tüm millî güç unsurlarını harekete geçirerek, ekonomik ve sosyal alanlarda da başarı kazanmaya gelmiştir. Diğer taraftan, köktendincilik akımı, özellikle Akdeniz Havzasının güvenliğini tehdit eden önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmakta, demokratik düzenleri temelinden sarsmayı amaçlamakta, demokratik ve sivil toplumları tehdit etmektedir. Bu nedenle, köktendincilik, barış ve istikrarı tehlikeye düşüren yıkıcı bir güç oluşturmaktadır. İslâm köktendinciliğinin . müslüman halk arasında hayat bulduğu bir vakıa olmakla birlikte, köktendincilik tehdidi sadece islâmî köktendincilik olarak algılanmamalıdır. Büyük çoğunluğu müslüman olan ve kurulduğu tarihten günümüze kadar, batı medeniyetini kendine ulaşılacak hedef olarak kabul eden, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti, hangi dinden kaynaklanırsa kaynaklansın, tüm köktendinci akımları kınamaktadır. Dünyada yaşanan değişim sürecini . takip etmek, gereken tedbirleri almak, her ülkenin en başta gelen sorumluluğudur. Dünya barışını tehdit eden unsurlara ve faaliyetlere karşı ülkelerin ve uluslar arası örgütlerin el ele vermesi en etkili yol olacaktır. Türkiye, bu mücadelede üzerine düşen görevi yerine getirmeye devam etmektedir. İstikrarsızlıkların ve belirsizliklerin yaşandığı bölgelerin tam ortasında yer . alan Türkiye; lâik, demokratik yapısı ve hukukun üstünlüğünü esas alan yönetim biçimi, pazar ekonomisi ve çok boyutlu kültür yapısı ile bir istikrar adası olmaya devam edecektir. Türk modelinin başarısı, ılımlı İslâm ülkelerine ve Orta Asya Cumhuriyetlerine örnek olmaktadır. Üç kıtayı birleştiren köprü durumundaki Türkiye, köktendincilik hareketlerinin Avrupaya ihracının önündeki . en büyük engeli teşkil etmeye devam edecektir. NATOnun güvenilir müttefiki ve ABye aday bir ülke olan Türkiye, AB ve BABa tam üyelik yolunda kararlıdır. Avrupa Güvenlik Mimarisinin temel taşlarını oluşturan AB ve BABın tam üyesi olacak bir Türkiye, yalnız kendi istikrar ve güvenliğine değil, Avrupa ve dünya barışına da büyük katkılar sağlayacaktır. Türkiyenin Jeopolitik, Jeostratejik ve Ekostratejik Önemi Türkiye, 185 dünya ülkesi içinde nüfus itibarıyla 16ncı, toprak büyüklüğü itibarıyla 32nci ve ekonomik gücü itibarıyla 16ncı sırada olan bir dünya devletidir. Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik mevkii itibarıyla; - Dünyanın en önemli petrol rezervlerine sahip Orta Doğu ve Hazar Havzası, - Önemli deniz ulaştırma yollarının kavşağı durumunda bulunan Akdeniz Havzası, - Tarihte her zaman önemini sürdürmüş olan Karadeniz Havzası ve Türk Boğazları, - SSCB ve Yugoslavyanın dağılması sonucu yapısal değişikliklere uğrayan Balkanlar, - Etnik çatışmalar yanında, zengin tabiî kaynaklara sahip Kafkasya ve bunun daha ötesinde Orta Asyanın oluşturduğu coğrafyanın merkezinde etkili bir konumda bulunmaktadır. Üç kıtayı birbirine bağlayan ve çok önemli bir jeostratejik konuma sahip olan Türkiye, aynı anda bir Avrupa, Asya, Balkan, Kafkas, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz ülkesidir. Kısacası Türkiye bir Avrasya ülkesidir. Türkiyenin jeostratejik önemini pekiştiren diğer özellikleri ise; - Demokratik, lâik, sosyal hukuk devletine sahip ve piyasa ekonomisini kabul etmiş bir ülke olarak batı sistemlerini uygulaması ve batının tüm kurumlarıyla bütünleşmeyi benimsemiş olması, - 1990lı yıllardan itibaren büyük değişmelere sahne olan Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle tarihten gelen kültür birliğine ve gelişen olumlu ilişkilere sahip olması, - Kafkasya ve Orta Asya petrol ve doğal gazınınbatıya ulaştırılması için belirlenen güzergâhlardan birini ve en önemlisini ihtiva etmesi, - BM ve NATOnun barışı koruma, bölgesel güvenlik ve istikrara yönelik girişimlerine iştirakleri ve bazılarında üstlendiği öncü rol ile Avrupa Güvenlik Mimarîsi üzerinde tartışılmaz bir ağırlığa sahip olması veNitelik . ve nicelik olarak Avrupada ve bölgesinde güçlü bir Silâhlı Kuvvetlere sahip olmasıdır. 20nci yüzyılın sonlarında dünyadaki köklü ve hızlı gelişmeler, Türkiyeye hem farklı sorumluluklar yüklemiş, hem de yeni fırsat ve ufuklar açmıştır. Türkiye, Kuzey Atlantik İttifakının bir kanat ülkesi konumundan çıkmış, Avrupayı Asyaya bağlayan Avrasya kuşağında merkezî bir duruma gelmiş, politik, güvenlik ve ekonomik açılardan büyük bir rol ve önem kazanmıştır. Türkiye, geniş olduğu kadar, sorunlar, çatışmalar ve istikrarsızlıklar içeren bir coğrafyada yaşamaktadır. Ancak Türkiye, böyle bir bölgede bir barış ve istikrar adası olma özelliğini koruma başarısını göstermiştir. Türkiye, Avrupadan Pasifike ve Orta Doğuya uzanan geniş coğrafyada yer . alan ender demokrasilerden biridir. Anadolu Yarımadasının sunduğu zenginlikler ile tarih boyunca jeopolitik bir kavşak niteliği taşımış olan bu topraklarda yaratılan insanî değerlerin en güzel yönlerini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti, çeşitli kültürlerin güzel bir sentezini oluşturmaktadır. Demokratik, müreffeh ve istikrarlı bir Türkiye, doğu ile batının değerlerinin bütünleşip, bir arada yaşayabileceğinin çarpıcı kanıtıdır. Türkiyenin hem doğulu, hem de batılı yönleri, üyesi olduğu uluslar arası örgütlerin çeşitliliği ile de kendini göstermektedir. Türkiye aynı anda NATO, Avrupa Konseyi, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ), Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı (ECO), D-20 ve İslâm Konferansı Örgütü (İKO) üyesi olan yegâne devlettir. Türkiye, tarihî, coğrafî ve kültürel açılardan doğunun olduğu kadar, yine aynı kıstaslarla değerlendirildiğinde, tartışmasız biçimde batının da bir parçasıdır. Türkiyenin altı asır boyunca Avrupa ile mevcut ortak tarihi bunun en belirgin kanıtıdır. Batının köklü demokrasileri ve pazar ekonomileri ile doğunun ümit vadeden genç demokrasilerini, Karadeniz ile Akdenizi, NATO ile İslâm dünyasını, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanları ve farklı kıtaları birbirine bağlayan Türkiye, İslâm ve diğer dinler arasında da bir dostluk ve iş birliği köprüsüdür. Türk tarihi bu olgunun zenginlikleriyle doludur. Türkiye ayrıca, gelecek yüzyılda Hazar ve Orta Asya doğal kaynaklarının batıya ulaşmasında doğal bir köprü rolü üstlenmektedir. Dünya doğal enerji kaynaklarının %70i Türkiyenin etrafında kümelenmiştir. Hazar petrollerinin batıya taşınmasını öngören ve uluslar arası camiadan büyük destek bulan Bakü-Ceyhan projesi, petrol nakil güzergâhı bakımından en istikrarlı ve güvenli ortamı sunmakta ve çevre korunması bakımından da en az riski taşımaktadır. Bölgedeki zengin doğal kaynakların işletilmesini ve batıya naklini bölgesel iş birliği ve refahın artırılması için altın bir fırsat olarak gören Türkiye, söz konusu kaynakların dünya pazarlarına nakli için birden çok hattın kullanımını desteklemekte ve bu yönde siyasî iradesini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, Hazar Havzasının doğal zenginliklerinin dünya pazarlarına ulaşmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asyaya yönelik insan ve mal trafiğinde meydana gelen artışın gerekli kıldığı Trans-Kafkasya Ulaşım Koridorunun hayata geçirilmesi bakımından da Türkiye anahtar ülke durumundadır. Avrasyanın karşısına tarihin çıkarmış olduğu yeni potansiyel ekonomik fırsat iyi değerlendirildiği takdirde, bu coğrafyada barış, istikrar, refah ve iş birliğinin kalıcı hâle getirilmesi mümkün olabilecektir. Soğuk Savaş ertesi şartlar içinde dünyanın en duyarlı bölgelerini oluşturan Balkanlar, Karadeniz ve Akdeniz Havzaları, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu coğrafyasındaki gelişmeler, Türkiyenin bu bölgelerdeki rollerine ve etkinliklerine yenilik ve hareketlilik getirmiştir. Bu coğrafyadaki oluşumlar, dünyanın ve Avrupanın geleceğinde belirleyici rol oynayacaktır. Türkiye bir yandan bu oluşumların yol açtığı sorumluluklarını bütün gücüyle yerine getirmeye, diğer yandan da yeni imkân ve fırsatlardan yararlanmaya çalışmaktadır. Böylesine önemli ve geniş bir coğrafyada, Türkiye, etkinliğini ve belirleyici rolünü önümüzdeki yüzyılda da devam ettirme zorunluluğundadır. Balkanlarda, Orta Doğuda ve Kafkasyada barış ve istikrar sağlanmadıkça, Avrupa ve Asyanın tam anlamıyla birbirine kenetlenmesi mümkün değildir. Türkiyenin, Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslardaki ihtilâfları söndürme inisiyatiflerine katkısı, bu kenetlenmenin gerçekleşmesine yöneliktir. Türkiye çevresine barış, istikrar, demokrasi ve hoşgörü yansıtmak için büyük çaba içinde olan bir ülke durumundadır. Bu durum, yoğun emek, sabır ve enerjinin aynı anda birçok noktada odaklaşmasını gerektirmektedir. Türkiyenin bu yöndeki istek ve gayreti yıllarca savunduğu ilkelerden, coğrafyasından ve bilinen tarihî gerçeklerden kaynaklanmaktadır. Türkiyenin uyguladığı dış politika, hem yaşadığı özel coğrafyadaki jeostratejik, ekonomik ve kültürel gerçeklere, hem de Büyük Atatürkün koyduğu barışçı ilkelere dayanmaktadır.Türkiye, dünyada ve bölgesinde güçlü, dünya ile her alanda bütünleşen, kendisine saygı duyulan, kendine güvenen, ağırlığı ve etkinliği ile bölgesinde barış ve stikrarın güvencesi olan, dostluğu ve iş birliği aranan bir ülkedir. Siyasî, sosyal, ekonomik ve askerî açılardan günümüzün de, geleceğin de en önemli ülkelerinden biridir. Türkiye bir barış ve istikrar adası olma niteliğine ilâveten kaynaklarının zenginliği, demografik yapısı, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygıya dayanan demokratik, lâik rejimi, ekonomisinin dinamizmi, üretim kapasitesi, endüstrisinin rekabet gücü ile bir cazibe merkezi olarak içinde bulunduğu sancılı coğrafyanın barış, istikrar ve refah yönünde değişiminin itici gücü olabilir. Türkiye, bu yapısı ile bölgede örnek bir ülkedir ve değişen dünya konjonktüründe jeopolitik, jeostratejik ve ekostratejik konumu nedeniyle önemi giderek artmaktadır. Türkiye, dünya ekonomileriyle bütünleşme bakımından, bir taraftan küreselleşme hareketleri içinde yeralmış, diğer taraftan da ekonomik güç odaklarından Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA) ve Pasifik Bölgesi ile ticarî ilişkilerini sürdürmüş ve Avrupa entegrasyonu hareketine tam olarak katılma iradesini açıklamış bulunmaktadır. Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında eskisinden daha farklı yapılanmalara doğru ilerleyen Avrupa kıtasıyla ilişkilerine yeni ve sağlam boyutlar kazandırmak arzusundadır. Türkiyenin ulaşmış olduğu büyüme, üretim ve . ihracat kapasitesi, bir tarafta ABD ve Pasifik Havzası, diğer tarafta Avrupa olarak ortaya çıkmaya başlayan ve küreselleşme sürecinin de etkisiyle ekonomik anlamda üç boyutlu bir görünüm arz etmeye başlayan dünyada, bu boyutların bizatihi içinde yerini almasını gerekli kılmaktadır. Türkiyenin Atlantik-Avrupa ve Avrasya kuşakları içinde özel bir konumu vardır. Batı toplumu ile bütünleşme hedefi güden, ayrıca islâm aleminin demokratik, lâik ve çağdaş üyesi olan bir ülke durumundadır. Türkiye; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asyada Türkçe konuşan 200 milyonluk bir nüfusun da merkezinde bulunmaktadır. Başta Türk dilleri konuşan toplumlar olmak üzere, yeni bağımsız devletlerin örnek aldıkları bir model teşkil etmektedir. Türkiye, varlığı ve başarılarıyla, islâmiyetle demokrasinin bağdaştığının; ekonomik, sosyal ve kültürel bir kalkınmanın demokratik bir ortamda da gerçekleştirilebileceğinin somut bir kanıtıdır. Dünyanın aradığı uzlaşmalar Türkiyenin bünyesinde mevcuttur. Türkiye dış politikasında etkinliğini; bu bünyeden alan bir uzlaştırma, barıştırma ve iş birliğinde buluşturma işlevini sürdürme kararlılığındadır. Türkiye, çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunan bölgesinde, siyasal barış ve güvenlik ortamının, siyasî ve ekonomik iş birliği potansiyellerini harekete geçirmek ve refahı yaygınlaştırmakla mümkün olabileceğine inanmaktadır. Bu nedenle gayretler, küresel ve bölgesel plânda barış ve güvenliğe katkıda bulunmaya yönelmektedir. Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip ortaya çıkan tarihî fırsatları en iyi şekilde değerlendirmeye matuf iş birliği şemalarında, Türkiye öncü bir rol oynamakta ve model olma vasfı kazanmaktadır. Avrupa güvenliğinin Balkanlar, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya'da pekiştirilmesi, barış ve iş birliğinin güçlendirilmesi hedefleri ancak Türkiyenin katılımıyla ve somut katkısı ile gerçekleştirilebilir. Türkiye uluslar arası ilişkilerde geçerli olması gereken çağdaş norm ve davranış kurallarının savunucusudur. Bunların global ve bölgesel düzeylerde yaşama geçirilmesi için her türlü çabayı göstermektedir. Türkiye'nin dışarıda izlediği siyasî hedeflerin bir yandan çevresindeki mevcut ve potansiyel ihtilâfların kontrol altına alınmasına, diğer yandan bölgesel entegrasyon ve iş birliği yoluyla kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik olması tabiîdir. Türkiye'nin bölgede oynadığı rolün temel felsefesini; ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, siyasî istikrarın tesisi ve bölge ülkelerinin dünya ile entegrasyonunun sağlanması hedefleri oluşturmaktadır. Türkiye bu anlayışla demokrasiyi, hoşgörüyü, hukuk devleti niteliklerini ve lâikliği çevresine yansıtmaktadır. Zira Türkiye bunları en iyi yapabilecek durumda bulunan nadir ülkelerden biridir ve bu konuda sorumluluklarını üstlenmektedir. Türkiye; demokrasi, temel haklar ve hukukun üstünlüğünden yanadır. Türkiye'nin mensup . olduğu ideoloji, çağdaşlık ve medeniyet ideolojisidir. Türkiye, bunun dışında hiçbir ideolojinin mensubu veya yanında değildir. 21nci asırda Türkiye'nin vizyonu; bölgesel zenginliklerini, entegre olma hedefi içinde olduğu Avrupa'ya taşıyan, küreselleşme olgusunu ileri götüren ve bu hareket içinde belli başlı bir rol sahibi olarak ortaya çıkan ve nihayet kalkınma ve iş birliği . hamlelerinde barıştan yana ve öncü bir ülke olmaktır. Bu vizyon gerçekleşme yolundadır. Balkanlardan Orta Asya'ya kadar Türkiye'nin önünde yeni ufuklar açılmış, yepyeni iş birliği ve dayanışma imkânlarına kavuşulmuştur. Bu anlayışla Türkiye, dışarıya daha fazla açılmakta ve coğrafî uzaklığın önemli olmadığı günümüz dünyasında, Uzak Doğudan Lâtin Amerika'ya kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde dostlar, pazarlar ve yeni ilişki ağları aramakta, kısaca bir dünya devleti olma yolunda hızla ilerlemektedir. Türkiye, sorumluluklarının bilincinde olarak, kendisini 21nci yüzyılda üstleneceği role hazırlamaktadır. Zira Türkiye, lâik ve demokratik rejimiyle bir model ülkedir ve bu niteliklerini 21nci yüzyılda da korumaya devam edecektir. Ayrıca Türkiye, yeni yüzyılda çok taraflı bir ekonomik ilişkiler ağının merkezi hâline gelecektir. Öte yandan Türkiye, doğu ile batı arasında çeşitli açılardan başarıyla ifa ettiği köprü vazifesini, 21nci yüzyılda daha etkin biçimde sürdürecektir. Genbilim arşivinden | kaynak
-
- jeopolitik
- türkiyenin konumu
- ve 2 etiket)
-
İngilizce olarak Crickets yani Cırcır Böceği (Kriket) olarak dilimize yerleşen sesiyle ünlü tür hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Sıcak bir yaz gecesinde, evinizin bir yerinde veya arka bahçenizde duyabileceğiniz aralıksız cıvıltı sesini hatırlıyor musunuz? Bu ünlü kriket sesi. Bu cıvıltı sesi, erkek cırcır böcekleri tarafından tarağa benzer kanatlarını birbirine sürttüklerinde çıkarır. Gryllidae familyasına ait olan cırcır böcekleri, başta Çin olmak üzere Asya’nın çeşitli ülkelerinde iyi şans temennisi olarak kabul edilir ve bu nedenle evcil hayvan olarak tutulur. Kriket türleri, benzer vücut formları ve sıçrayan arka ayakları nedeniyle sıklıkla çekirge ile karıştırılır. Çalı cırcır böcekleri gibi katydidlerle yakından ilişkilidirler. Cırcır böcekleri son derece uyarlanabilir böceklerdir ve ormanlarda, tarlalarda, çayırlarda, bahçelerde ve hatta evinizin köşelerinde gelişirler! Besin tercihleri çiçek, yaprak ve meyvelerin yanı sıra böcek larvalarını ve küçük omurgasızları içerir. Dünyada 900’den fazla kriket türü var. Doğada gececi olarak yaşarlar ve bu nedenle geceleri cıvıldarlar. Ayrıca düşük sıcaklıklarda yaşayamazlar. Metin alıntı: https://www.adlientomoloji.com/circir-bocegi-hakkinda-bilinmeyenler/ Yazı kaynağı: Cırcır Böceği (Kriket veya Crickets)
-
- cırcır böceği
- cırcır böcekleri
-
ve 1 etiket)
Etiketli
-
Siyah Asker Sineği (Kara Asker Sineği) İngilizce olarak Black Soldier Fly yani Siyah Asker Sineği (Kara Asker Sineği) olarak dilimize yerleşen Hermetia illucens hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Stratiomyidae familyasından Diptera takımına ait kara asker sineği (Hermetia illucens) en yaygın olanıdır. Stratiomyidae, ‘asker sineği’ anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. 2.700’den fazla böcek türüne sahip 380’den fazla mevcut cins vardır. Asker sineklerine Almanca’da ‘silahlı sinekler’ anlamına gelen Waffenfliegen adı verilir. Bu aile aynı zamanda Xylomyidae familyası ile de yakından ilişkilidir. Siyah asker sineği, koyu kanatlı, mavimsi-siyah renktedir. D. Craig Sheppard bu sinekleri egzotik hayvanlar için besleyici nitelikte böcekler olarak kullanımını geliştirdi ve kara asker sineği larvaları (Black Soldier Fly Larvae/BSFL) Fenix solucanları olarak adlandırdı. Kıtalara yayılmış olsalar da, Neotropik alemin yerli türleridir. Bu sinekler ne vektör ne de zararlı olarak kabul edilir. Bu sineklerin doğal yırtıcıları hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Uygun iklimde, yıl boyunca üreyebilirler. BSFL’de yüksek kalsiyum ve diğer besinlerle birlikte %43’e kadar protein vardır. Kara asker sineği larvaları (BSFL) ayrıca hayvan yemi, evcil hayvan yemi, su ürünleri yetiştiriciliği ve insan beslenmesi için alternatif (sürdürülebilir) bir protein (gıda kaynağı) formudur. Siyah Asker Sineği ne tür bir hayvandır? Kara asker sineği Diptera takımındandır. Stratiomyidae familyasına ve Arthropoda filumuna aittir. Kara asker sineği (Hermetia illucens) sabahları aktif olan ve çiftleşip öğlen saatlerinde yumurtlama davranışı gösteren bir sinektir. Geceleri eğer zayıf aydınlatmaya maruz kalırlarsa, kara asker sineklerinin popülasyonunda kısırlığa neden olur. Bu sineklerin diğer türler arasında ayrım yapabildikleri ve dişi mi erkek mi olduklarını ayırt edebildikleri için, bu sineklerin lek davranışları için aydınlatma şarttır. Hermetia ergin sinekleri, larva iken toplanan yağları kullandıkları için yetişkin olarak beslenmez. Organik atıkları veya yumurtalarını bırakacak maddeleri tanımlamak için olfaktorik sensör koku alma duyu organlarını kullanırlar. Hayvanların yakınında bulunan sineklerin çoğu, yavruları için yer bulmaya çalışan dişilerdir. Bu sinek, cesetlerin çürüme sonrası aşamada olduğu zamanlarda leşle beslenir. BSFL’de yaklaşık %42 protein ve %29 yağ bulunur ve çiftlik yemi olarak kullanılan sürdürülebilir bir gıda kaynağıdır. Siyah Asker Sineği hangi hayvan sınıfına aittir? Siyah asker sineği (Hermetia illucens), Insecta hayvan sınıfına aittir. Stratiomyidae familyasından Diptera takımına ait kara asker sineği (Hermetia illucens) en yaygın olanıdır. Dünyada kaç tane Siyah Asker Sineği var? Siyah asker sineği (Hermetia illucens) dünyada yaygındır. Yani dünyadaki kara asker sineklerinin kesin sayısı bilinmiyor. Siyah Asker Sineği nerede yaşar? Kara asker sineğinin (Hermetia illucens) küresel nüfusu tüm kıtalarda kendini gösterebilir. Bu sinekler Neotropik alemin yerlisidir. Kanarya Adaları, Malta, İtalya, Güney Fransa, Hırvatistan, İber Yarımadası, İsviçre gibi Avrupa’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çoğu yerinde ve Rusya’nın Karadeniz kıyısında bulunurlar. Ayrıca Avustralasya aleminde, Afrotropik aleminde, Nearktik alemde, doğu Palearktik aleminde, Indomalayan aleminde, Güney Afrika ve Kuzey Afrika’da bulunurlar. Siyah Asker Sineği’nin yaşam alanı nedir? Kara asker sineği (Hermetia illucens) bir dizi ılıman orman, kırsal ve kentsel ortamlara yayılmıştır. Ayrıca evlerin pencere ve duvarlarında, bahçe bitkilerinde, ağaç gövdelerinde, besicilik ortamlarında ve kümes hayvanı çiftliklerinde oturan yetişkin sineklere de rastlayabilirsiniz. Erişkinler yumurtlamak için kovanların önündeki çatlakları ve çürüyen organik maddeleri kullanırlar. Bu karasal çöpçü dostlarımız, hayvan malzemelerinin ve çürüyen bitkilerin yakınında bulunabilir. Siyah Asker Sineği ne kadar süre yaşar? Siyah asker sineklerinin yaşam döngüsü yaklaşık 45 gündür. Yetişkinler beş günden, dokuz güne kadar ortalama bir yaşam ömrüne sahiptir. Siyah Asker Sineği nasıl ürer? Kara asker sineklerinin bir metamorfoz yaşam döngüsü vardır. Dişilerin bir kez çiftleştiği ve erkeklerin birkaç dişiyle çiftleşmeye çalıştığı çok eşli bir çiftleşme sistemine sahiptirler. Dişilerin yumurtalarını geliştirmek, yumurtlamak veya yumurtlamak için hayatlarında sadece bir kez çiftleşmeleri gerekir. Pupanın ortaya çıkmasından ortalama iki gün sonra çiftleşme için uçuşa geçerler ve çiftleşme uçuşta gerçekleşir. Çiftleşme, ormanların ve çiftliklerin kenarları gibi larvaların bulunduğu alanlarda gerçekleşir. Su ayrıca enerjiyi korumak için üreme için önemli bir faktördür. Erkekler daha sonra, dişilerin davetsiz misafirlerden korudukları bölgeleri oydukları için çiftleşmek için seyahat ettikleri vahşi bir ortamda toplanırlar. Bu bölgelere lek denir. Yetişkin bir dişi tarafından yaklaşık 206 – 639 yumurta yumurtlar. Dişi, yumurtalarını kompost veya gübrenin bitişiğindeki veya üstündeki yüzeylere bırakır. Yumurtalar dört gün içinde yumurtadan çıkar. Larva aşaması, 18 – 36 gün sürer ve larvalara verilen gıda substratlarına bağlıdır. Pupa aşaması bir ila iki hafta kadar sürer. Larvaların gelişimi altı evrede tamamlanır ve larvalar son evrede beslenmezler. Kara asker sineği larvaları (BSFL) yetiştirme, araştırmacılar tarafından yapılır. Dişiler çok az ebeveyn bakımı sağlarken, erkekler hiç ilgi göstermez. Siyah Asker Sineği neye benziyor? Yetişkin asker sinekleri, yaban arısına benzer bir görünüme sahiptir ve büyük sineklerdir. Gözleri arasında geniş bir boşluk bulunan dar ve küçük kafaları vardır. Baş, göz kenarlarında ve yüzün alt kısmında beyaz çizgili parlak siyahtır. Siyah bazal segmentli koyu kahverengi ila siyah antenleri vardır. Bu antenler başlarının iki katı büyüklüğündedir ve sekiz flagellomer segmenti vardır. Kara Asker sineği ağız kısımları diğer ısırmayan sineklere benzer süngerimsi yapıdadır. Göğüs kafesi metalik maviden yeşile bir yansımaya sahiptir. Birkaç karın segmenti kırmızımsı bir sona sahiptir. Beyaz tarsi ayaklı siyahları var. Zarlı kanatlar karın üzerinde yatay olarak katlanır ve dinlenirken üst üste biner. İnce ve uzun karınlarında beş görünür segment vardır. Bu segmentler renk ve görünürlük açısından yarı saydam beyazdan kırmızımsı kahverengiye kadar değişir. Karın kılları beyaz ve siyahtır. Siyah asker aşındırıcıları taklitçidirdir. Bu sinekler, turuncu borulu çamur dauber yaban arısı ve akrabaları gibi, çamur dauber yaban arılarının boyutunu, görünümünü ve rengini taklit eder. Siyah asker sineği larvaları (BSFL), altın sarısı kılları ve saçları olan toprak-kahverengidir. Bu larvalar, arka uçlarında gri-siyah renkli ince bir şerit ile karasinek veya sinek larvalarından ayırt edilebilir. Sinekler nasıl iletişim kurar? Bu sinekler iletişim kurmak için dokunsal, görsel ve koku alma duyu organlarını kullanır. Koku alma organlarını kullanarak yavrularını beslemek için kaynakları olan arı kovanlarını ve organik maddeleri tespit ederler. Bu organlar ayrıca erkekler ve dişiler tarafından salınan feromonların tespit edilmesine de yardımcı olur. Vücutlarındaki kıllar, dokunsal organlar gibi hareket ederek, hareketler ve sesin neden olduğu titreşimleri algılamalarını sağlar. Bu sinekler ayrıca şekilleri, desenleri, renkleri ve hareketleri algılayabilir. Çevrelerindeki uçucu kimyasalları belirlemek için antenlerini kullanırlar. Siyah Asker Sineği ne kadar büyür? Kara asker sineği 25 mm’ye kadar büyüyebilir. Dişiler erkeklerden daha büyüktür. Yeni ortaya çıkan larvalar yaklaşık 0,04 inç (1 mm) uzunluğundadır. Siyah Asker Sineği ağırlığı nedir? Siyah bir asker sineğinin ergin ağırlığı 0,0002-0,0004 lb (0,10-0,22 g) civarındadır. Siyah Asker Sinekleri nasıl beslenir? Bu böceklerin ana besin kaynağı organik madde, gübre gibi organik atıklar, leş ve sebze artıklarıdır. Çürüme sonrası aşamada olan leşlerden beslenirler. Bu karasal leş yiyiciler ayrıca gübre, bal, çürüyen mısır, sebze ve patates de tüketebilirler. Bu ve benzeri tüketim alışkanlıkları sebebiyle geri dönüşüm öğesi olarak ciddi anlamda kullanılmaktadır. Siyah Asker Sinekleri zehirli midir? Hayır, kara asker sineği zehirli bir böcek değildir. Ayrıca insanlar için zararlı veya tehlikeli değildirler. Bazı araştırmalar, insanlarda nadir görülen miyazise neden olduklarını göstermekte olsa da, net bir bağlantı görülmemiştir. Siyah Asker Sineklerini ne öldürür? Kara asker sineklerinin doğal yırtıcıları hakkında pek bir şey bilinmiyor. Genellikle memeliler, kurbağalar, kuşlar, böcekler ve kertenkeleler sineklerle beslenir. Çevredeki kara asker sineklerinde parazit yaban arılarının varlığı da BSF’nin nüfusunu azaltır. Bu yaban arıları, BSF gelişiminin pupa aşamasında konaklar ve yumurta üretimini azaltır. Larvalar atık yığınları, çöp kutuları ve kompostlarda bulunabilir ve herhangi bir kimyasal kullanmadan önce kontrol gereklidir. Kara asker sineklerinden veya larvalardan kurtulmak için pazarlarda bulunan piretrum uzay spreylerini kullanabilirsiniz. Yüzeylerin dezenfekte edilmesi ve ardından onları öldürmek için böcek ilacı kullanabilirsiniz. Siyah Asker Sinekleri ne amaçla kullanılır? BSFL’nin yetiştirilmesi, insanlara birden fazla yönden fayda sağlar. Balıklara, domuzlara, kertenkelelere, çiftlik hayvanlarına, kaplumbağalara ve hatta köpeklere yedirilebilecek kadar protein ve yağ gibi besin değeri içerirler. 50-60°F (10-16°C) arasındaki sıcaklıklarda daha uzun raf ömrüne sahiptirler. Bu sinekler sadece sürdürülebilir gıda kaynakları olmakla kalmaz, aynı zamanda gıda israfını da azaltır. Bu böcekler insan habitatlarına çekilmez. Entomoremediasyon araştırmaları, bu böceklerin ağır metallerle kirlenmiş biyokütleyi arıtmak için kullanılabilir bulmuştur. Ayrıca kurtçuk yetiştiriciliği (maggot farming) yoluyla yetiştirilirler. Kara asker sineği larvaları insanlar tarafından yenilebilir. Bununla birlikte, insan tüketimine ilişkin kayıtlar nadirdir. Avusturyalı bir tasarımcı olan Katharina Unger, insanların evde yenilebilir larva üretmeleri için bir yol keşfetmiştir. Ayrıca su ürünleri yetiştiriciliğinde, yağ üretiminde, kitin üretiminde ve biyoremediasyonda kullanılırlar. Bu yazı Adli Entomoloji web sitesinde bilgilendirme amacıyla alıntılanmıştır. Yazı orijinali ve detaylı bilgi için ziyaret edebilirsiniz: Siyah Asker Sineği (Black Soldier Fly)
-
Siyah Asker Sineği (Kara Asker Sineği) İngilizce olarak Black Soldier Fly yani Siyah Asker Sineği (Kara Asker Sineği) olarak dilimize yerleşen Hermetia illucens hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Stratiomyidae familyasından Diptera takımına ait kara asker sineği (Hermetia illucens) en yaygın olanıdır. Stratiomyidae, ‘asker sineği’ anlamına gelen Yunanca bir kelimedir. 2.700’den fazla böcek türüne sahip 380’den fazla mevcut cins vardır. Asker sineklerine Almanca’da ‘silahlı sinekler’ anlamına gelen Waffenfliegen adı verilir. Bu aile aynı zamanda Xylomyidae familyası ile de yakından ilişkilidir. Siyah asker sineği, koyu kanatlı, mavimsi-siyah renktedir. D. Craig Sheppard bu sinekleri egzotik hayvanlar için besleyici nitelikte böcekler olarak kullanımını geliştirdi ve kara asker sineği larvaları (BSFL) Fenix solucanları olarak adlandırdı. Kıtalara yayılmış olsalar da, Neotropik alemin yerli türleridir. Bu sinekler ne vektör ne de zararlı olarak kabul edilir. Bu sineklerin doğal yırtıcıları hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Uygun iklimde, yıl boyunca üreyebilirler. BSFL’de yüksek kalsiyum ve diğer besinlerle birlikte %43’e kadar protein vardır. Kara asker sineği larvaları (BSFL) ayrıca hayvan yemi, evcil hayvan yemi, su ürünleri yetiştiriciliği ve insan beslenmesi için alternatif (sürdürülebilir) bir protein (gıda kaynağı) formudur.
-
- siyah asker sineği
- kara asker sineği
- ve 2 etiket)
-
Dünya Gazetesi: "TÜİK, 'güncelleme' yaparak kırmızı et üretimini yüzde 48 artırdı." Türkiye İstatistik Kurumu, 2 yıl aradan sonra nihayet kırmızı et üretim verilerini açıkladı. Bunu not etmekte fayda var çünkü Dunya.com'un haberine göre Türkiye İstatistik Kurumu eski verileri değiştirdi. Metodoloji (hesaplama yöntemi) değiştirilerek yapılan yeni hesaplama ile 2001 ile 2019 yılları arasındaki üretim verileri artırıldı. Bu sayede bazı yılların kırmızı et üretimi yüzde 100’ün üzerinde artarken, 2001-2019 dönemindeki ortalama üretim, yüzde 48.1 yükselmiş oldu. Yöntem değişince 2021 kırmızı et üretimi de 2 milyon tona dayandı, yüzde 9,3 artarak 1 milyon 952 bin 38 ton oldu. Bu önemli çünkü bundan her göreceğiniz haberin verisi buna dayanacak, Türkiye'de eski verilere nazaran daha çok et yenildiği yazılacak. Dunya.com'un TÜİK verilerini sorgulayan haberi: dunya.com/gundem/tuik-guncelleme-yaparak-kirmizi-et-uretimini-yuzde-48-artirdi-haberi-657102
-
Roma döneminde liman inşasında bugünkünden daha iyi bir 'beton' kullanılmıştı Modern beton karışımlarımız sadece on yıllar içinde aşınırken, Roma döneminde, liman yapılarına 2.000 yıllık uzun ömür veren bir beton türü vardı. Beton antik Roma dönemi binalarında yaygın olarak kullanıldı. Tahminlere göre, zamane mimarları betonlarını oluşturmak için deniz suyu eklemeden önce kireçle volkanik kaya tozunu karıştırdılar. Sonradan eklenen tuzlu su, bu maddeyi inanılmaz derecede sağlam yapan bir kimyasal reaksiyonu tetiklemeye yarıyordu. Öyle ki modern beton 50 yıl dayanabilirken, Roma döneminde üretilmiş beton 2000 yıldan fazla, üstelik çoğunlukla su altında kaldı. Araştırmalar gösterdi ki; içeriğindeki alüminli tobermorit ve buna bağlanan phillipsit adlı bir mineral, betonun etrafında akan deniz suyu sayesinde giderek büyüyerek içeriğindeki volkanik külü yavaş yavaş çözüyor ve betona, kristallerin kenetlenmesi ile oluşacak o güçlü yapıyı geliştirmesi için alan sağlıyordu. Günümüz betonu ise su içinde aşındıkça aşınıyor. Bu biliniyorsa, neden hemen uygulamaya konulmuyor? Çünkü tam tarifi hâlâ belli değil. Ayrıca her yerde doğru volkanik bileşenlere erişmek mümkün değil. Bu nedenle tarifi çözerek içerikteki mineralleri daha kolay erişilebilir olanlarla değiştirmek gerekiyor. Bu sayede çelik takviye gerektirmeyen, yüzyıllarca dayanabilen ve daha az karbon salınımı ile üretilen bir malzeme ortaya koymak mümkün. Çünkü beton üretimi çevreye çok zarar veriyor. Roma betonu tarifini bulmak, günümüzün ileri teknolojisi, gelişmiş mineraloji bilgisi ve geçen yıllara rağmen hâlen başarılmış bir şey değil. kaynak: https://www.sciencealert.com/why-2-000-year-old-roman-concrete-is-so-much-better-than-what-we-produce-today
-
Evet Misofonya. Başkalarının ağız şapırdatma, sakız çiğneme, homurdanma, hatta ve hatta nefes alma sesine bile takılan, bu konuda çılgına dönüyor olabilirsiniz veya en azından çevrenizden birileri bu konuda inanılmaz duyarlıdır, karşılaşmış olmalısınız. Bu çekilmez durumun sinirsel bir etkileşim sonucu garip bir şekilde ortaya çıktığı belirlenmiş görünüyor. Yani suçlusu ne ağız şapırdatan (ki bana göre en büyük suç bu arkadaştadır) ne de konuya duyarlı olan kişinin bireysel seçimleri değildir, duruma duyarlı söz konusu olan bir beyin var ve bazı noktalarda bildiğimiz gibi kendi beynimize hükmedemiyoruz. 2000’li yıllardan beri bir rahatsızlık olarak belirlenen misophonia Türkçe olarak ise misofonya, şahsen kendimin de ciddi sıkıntılar yaşadığım bir durum olarak yine bir platformda gözüme çarptı, projemizde yer verelim istedim. DSM-5 (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) kriterlerinde net bir tanımlaması olmayan bu rahatsızlıkla ilgili olarak ciddi raporlamalar gerçekleşmiştir. Newcastle Üniversitesi araştırmacılarının tespitine göre beynin frontal lobu bu sıkıntıya öncülük etmekte ve ifadesel tepkilerin oluşmasına sebep olmaktadır. İleri okuma için aşağıda belirtmiş olduğum kaynaklara göz atmalısınız der susarım.
-
Jilet kesikleri daha derin ve kanamalı olmasına rağmen ortalama bir acı bırakır. Ama kağıt kesiği çok daha küçüktür ve bazıları kanamaya bile sebep olmaz. Peki o zaman neden kağıt kesiği daha fazla acı verir? Jilet kesiği, düz bir kesiktir. İlk dakikalarda acı ve kanamaya sebep olsa da bir süre sonra ortada ne acı ne de kanama kalır. Çoğu zaman kesik tabanında enfekte olmaya sebep verecek parçalar bırakmaz. Kağıt kesiğinden daha çok acıtır hemen geçmez öyle vicdanın izi, demiş Aleyna Baba.. Kağıt kesiğinden daha çok acıtır hemen geçmez öyle vicdanın izi, demiş Aleyna Abla.. Ancak kağıt kesiği böyle değildir. Kağıt kesiği daha küçük olsa da daha fazla acı verir. Bunun nedeni ise geride enfeksiyona sebebiyet verecek minik parçalar bırakmasıdır. Kağıt, ağaçtan ve çeşitli kimyasallardan elde edilir. Deriyi kesen kağıt parçası yaranın içine bu kimyasalları ve parçaları artık olarak bırakır. Daha sonra ufak bir yara olan kağıt kesiği kapanır. Ancak içeride kalan parçacıklar ortadan kaldırılana kadar sizleri rahatsız etmeye devam eder. Bu yüzden kağıt kesiği jilet kesiğinden daha fazla acıya sebep olur.
-
Sinekler neden havada asılı kalmış gibi sabit halde bekler?
konu Biyolokum içerik ekledi : Merak Ettiklerimiz
Mutlaka bir piknikte, bir çocukluk anısında veya çimlere uzandığınızda tepenizde saçma bir şekilde anlık yer değiştiren ama havada askıda kalan birkaç sinek dostumuza canlı şahit olmuşsunuzdur. O sinekciklerin aslında bir amacı var, çiftini bekliyor, arıyor, kolluyor ve ortalığı kolaçan ediyor biliyor musunuz? Mutlaka denemelisiniz, böyle bir sahneyle karşılaştığınızda ufak bir taş parçasını sineğin yakınına eğik atış misali gönderdiğinizde hızlı bir hareketle peşinden gidip sonra tekrar ansızın eski bulunduğu konuma gelerek askıda kaldığını göreceksiniz. Bu onun için yanlış alarm niteliği taşır, boşa kurşun sıktığını görünce tekrar eski pozisyonuna geri döner. Mesela bu aylarda havalar ısınıyorken daha sık rastlama ihtimaliniz yüksek, bir çöp, hayvan leşi veya su birikintisi gördüğünüzde mutlaka etrafa bir göz atın, yüksek ihtimalle sevişmeye susamış sineklerden göreceksiniz. -
İngiliz yönetiminde olduğu zamanlarda Hindistan’da zehirli kobraların sayılarının artarak ciddi bir sorun haline gelmesi üzerine İngiliz yönetimi her ölü kobraya para verileceği vaadiyle halktan zehirli kobraları yakalamasını ister. önceleri çok iyi gidiyorken bazı cin fikirli Hintlilerin aklına “ormandan kobra yakalayacağız diye uğraşacağımıza çiftlik kuralım kendimiz yetiştirelim” düşüncesi gelir. Nasıl olsa her ölü kobra başına para alıyorlardır. böylece çiftlikte yetiştirilen kobralar teslim edilmeye başlanır ancak gelen kobra sayısının birden artmasından kıllanan İngilizler olayı araştırarak durumu öğrenirler ve para ödülüne son verirler. kobralara para verilmeyeceğini öğrenen çiftlik sahipleri ise bedavaya niye besleyeceğiz bunları diyerek ne kadar kobra varsa salarlar ortalığa ve öyle ki kobra sayısı kampanya öncesinden daha fazla duruma gelir. Amacı dışında kullanılan silahın geri tepmesi durumuna “kobra etkisi” ismi verilir. Bu olaydan sonra bir düşmanla savaşmak için dürüst mücadele yerine aracı kullanılması sonrası olayın daha da çığırından çıkması, kullanılan silahın geri tepmesi durumuna “kobra etkisi” ismi verilir. benzer bir durum Fransız kolonisi olduğu yıllarda Vietnam’da da yaşanır. farelerden bunalan Fransız Hükümeti de fare başına ödül koyar ve ölü fareler yerine “fare kuyruğu getirin yeter” der. işler bir süre iyi gider ama bir bakarlar ki ortalıkta bir sürü kuyruksuz fare dolaşmaktadır. meğersem halk yakaladığı farenin kuyruğunu kestikten sonra üremeye devam etsin diye yine serbest bırakmaktadır.
-
Saçın kimyasal yapısı aynı olmasına rağmen, bazı insanların saçlarının düz bazılarının ise kıvırcık olmasına sebep olan şey nedir sorusu akla gelebilir. Saçımızın dokusu göz rengimiz gibi genetik olarak belirlenen fiziksel özelliklerimizden. Ancak saçın kimyasal yapısı aynı olmasına rağmen, bazı insanların saçlarının düz bazılarının ise kıvırcık olmasına sebep olan şey nedir sorusu akla gelebilir. Saç büyük oranda ipliksi yapıdaki proteinler olan keratinden oluşur. Saçımızın yanı sıra derimizin ve tırnaklarımızın temel bileşeni olan keratin proteinlerinin farklı türleri vardır. Makro ölçekte moleküller olan keratin proteinlerinin yapı taşı olan ve monomer olarak isimlendirilen molekül birimleri kimyasal bağlarla birlerine bağlanarak uzun ipliksi yapıyı oluşturur. Keratin proteinlerinin yapısındaki sistein amino asitlerinin yapısında kükürt atomları bulunur ve sistein amino asitleri yapısında kükürt bulunan diğer moleküllerle güçlü kimyasal bağlar oluşturabilir. Sistein amino asitlerinin saç telinin farklı bölümlerindeki sistein moleküllerine bağlanması saçın kıvrılmasına neden olur. Saçın kalınlığı ve dokusu saç kökünün şekline ve büyüklüğüne bağlıdır. Örneğin düz saçların kökleri küresel şekildeyken, kıvırcık saçların kökleri ovaldir. Asimetrik ve yassı şekilli saç kökleri saç telinin kıvrılmasına neden olur. Saç kökünün derinin içinde nasıl yönlendiği de saçın dokusunu etkiler. Düz saçların kökleri genellikle derinin altında dikey şekilde yönlenir. Kıvırcık saçların kökleri ise derinin altında kıvrılmış şekilde bulunur. ikincil bir okuma için tercihen: https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/sacin-kivircik-olmasina-sebep-olan-sey-nedir KAYNAK Time VİA Popular Science
-
Kedi dışkısında bulunan ve insanda çeşitli hastalıklara neden olabilen bir parazit, aşırı kedi sevgisi ve aşırı kedi edinme davranışına neden olabiliyor. Toxoplasma gondii adlı canlı, kedilerin sindirim sisteminde yaşayan bir parazit. Araştırma , bunun nasıl olduğunu tam olarak açıklayamasa da bu parazitin, farenin; “kediden kaçınma” davranışını bozduğunu iddia ediyor. Araştırmacılar bunu parazitin kediye ulaşma arzusuna bağlıyor. Çünkü parazit sadece kediler üzerinde gelişip, çoğalabiliyor. Parazit insanlarda da çeşitli hastalıklara neden oluyor. Erken doğum, düşük bunlardan ilk ikisi.. Araştırmacılar, kanıtlaması zor olsa da başka iddialarda da bulunuyor. ‘Aşırı’ kedi severlik ve yetişkinlerde şiddete yönelim.. Bu paraziti almak için kedi okşamanız şart değil. Yıkanmamış sebzeler ya da kedi kumu ile uğraşmak onu almanıza neden olabiliyor. İlginç olan bir başka şey ise Dünya insan nüfusunun 1/3’ünün bu parazit tarafından zaten etkilenmiş durumda olması. Bu toxoplasma paraziti çalışması halen erken safhalarında.. Fakat aynı grup, bu parazitin şizofreniye sebep olduğunu da iddia etti. <Sevimli kedileri bu derece zan altında bırakmadan önce bildirmeliyiz ki; bazı bilim insanları güçlü bir bağışıklık sisteminin bu paraziti hızlıca uzaklaştırdığı görüşündedir..>
-
Normal bir kaşınma hissi için, beynimiz deri altındaki sinir hücrelerine vakti geldiğinde kaşınma eyleminin sinyalini iletiyor. Sinir hücreleri harekete geçiyor ve kaşınmamız gerektiğini anlıyoruz. Çünkü derimizin yenilenmeye ihtiyacı var. Ölü hücrelerin, birçok başka yolla vücuttan atılması gibi bu yolla da atılarak yenilenmesi gerekiyor. Bunu da kaşınırken, havlu ile kurulanırken, giyinirken ya da soyunurken bir anlamda sağlıyoruz.Bize bu hissi veren sinir hücreleri, beyinden aldıkları emirle aynı zamanda acı hissini de iletmekle yükümlü olan sinir hücreleri… Dolayısıyla bir yerimizi gereğinden fazla kaşıdığımızda duyduğumuz acının sebebi de bu. Öte yandan, kaşınma hissi vücudumuzu bir saldırıya karşı korumamız gerektiğinde de oluşabiliyor. Bu vesileyle kan dolaşımı hızlanıyor ve saldırı bölgesinde bir takım kimyasal tepkimeler sonucu vücut savunmasını hazır etmeye çalışıyor, direniyor, saldırıya karşı tepki gösteriyor.Kaşınma, başka bir açıdan beyinde rahatlama duyusunu da harekete geçiriyor. Sistemimiz rahatlamak istediğinde kaşınma isteğini bu yüzden başlatıyor olabilir.Bilim insanları aynı zamanda HIV, bazı kanser türleri, karaciğer bozukluğu ya da böbrek yetmezliği gibi sebeplerle kaşıntı problemi yaşayan yaklaşık 30 milyon insan olduğunu ifade ediyorlar. Bunların yanı sıra bazı virüslerde kaşınmaya neden olabiliyor.Örnek olarak genellikle çam ağaçlarında bulunan Thaumetopoea pityocampa (çam kese böceği) üzerinde bulundurduğu kıllara dokunmak yada çam ağacı altında belli bir süre oturmakla beraber ciddi bir şekilde kaşınmanıza neden olabilir.Kaşıntının sebebi bu böceğin barındığı virüs olarak bilinmektedir.
-
- neden kaşınırız
- kaşıntı neden olur
- ve 2 etiket)
-
Mayalı yoğurt ile probiyotik yoğurt arasında bir fark var mı?
konu Biyolokum içerik ekledi : Merak Ettiklerimiz
Aslına bakarsanız çok gözle görünür bir fark yok, zaten yaşamdaki tüm detaylar gibi burada da işlevselliği sağlayan yine detayların gizli dünyasıdır. İkisi de mayalanarak elde edilir, bunun dışında probiyotik yoğurtlarda bağırsak florasını düzenleyen laktik asit bakterilerinin miktarı daha fazladır. Bir ürünün probiyotik olarak adlandırılabilmesi için, bilinen yoğurt mayaları ile birlikte bir veya daha fazla probiyotik kültür de içermesi gerekmektedir (ör: Lactobacillus bulgaricus, Streptococcus thermophilus, Acti regularis, vb). Bu mayaların vücudumuzda faydalı etkiler gösterebilmeleri için, bağırsaklara canlı olarak ulaşmaları gerekmektedir. Mayalı yoğurt üretilirken Streptococcus thermophilus ve Lactobacillus bulgaricus karışık kültürü kullanılır. Probiyotik yoğurt yapımı sırasında ise bu mikroorganizmaların yanı sıra diğer laktobasiller, bifidobakterler ve enterokoklar yer almalıdır. Örneğin L. acidophilus ve bifidobakterler, enzimlerin aktimikrobiyal etkisine, asit ortama ve yüzey gerilimine diğer probiyotiklere kıyasla daha dirençli olduklarından fermente süt ürünlerinde daha çok tercih edilirler. Bazı mayalar da probiyotik yapımında kullanılabilir ki bunlar da Saccharomyces cerevisiae,Candida torulopsis Saccharomyces boulardii’dir. Probiyotikler bağırsak mikroflorasını, mayalı yoğurda göre daha çok kapsar.-
- mayalı yoğurt
- probiyotik yoğurt
- ve 3 etiket)
-
Cehennem kelimesinin kökeni İbranice’de bir kelime olan ‘’Ge-Hinnom’’dur.’ ’‘’Ge’’ vadi, ‘anlamına gelir. ’’Hinnom’’ ise bir isimdir. Yani ‘’Ge–Hinnom’’ ‘’Hinnom Vadisi’’ demektir. Bu sözcük İngilizceye Gehenna, Fransızcaya da Géhenne olarak geçmiştir. Vadilerin ömrü insanlardan ve dinlerden çok daha uzun soluklu olduğu için Hinnom vadisi halen mevcut ve Kudüs’ün güney batısında yer alıyor. Peki Hinnom vadisi ne olmuş da Ortadoğu kaynaklı tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında ki cehenneme dönüşmüş? Kardeş çocukları olan Filistinliler ile Yahudilerin günümüzde birbirini yediği antik Kenan (Filistin) diyarında eskiden korkutucu bir Tanrı yaşarmış. İsmine Molok (Moloch, Molek) derlermiş. Kendisine tapanlardan da habire kurban istermiş ama sıradan kurbanlar değil. Çocukların kendisine kurban edilmesinden çok hoşlanırmış. Molok’un Gehinnom vadisinde altında sürekli ateş yanan bir ızgaranın bulunduğu putu varmış. Molok’a tapanlar ilk doğan çocuklarını bu ızgaraya atar ve yakarak Molok’a kurban ederlermiş. Anneler, babalar yanan çocuklarının çığlıklarını duyup pişman olmasınlar diye de kurban töreni sırasında sürekli davul çalınırmış. Gel zaman git zaman M.Ö. 7. Yüzyılda Yoşiyahu (Josiah) isimli aklıselim bir Yahudi kral başa geçer ve Molok’a tapınılmasını ve çocuk kurban edilmesini yasaklar. Bu tarihten sonra Hinnom vadisi Kudüs’ün çöplüğü haline gelir. Ayrıca gömülmeye değer bulunmayan idam edilmiş suçluların cesetleri de buraya atılmaya başlanır. Çöplerin, cesetlerin kokularından ve hastalık yayma risklerinden kurtulmak için bugün de kullanılan basit bir yönteme başvurur antik Kudüslüler. Çöpler ile cesetleri yakarlar. Hem eskiden burada yakılarak insan kurban edilmesi hem de daha sonra suçluların (günahkârların) cesetlerinin burada yakılması, ölümden sonra yakılarak cezalandırılma inancını doğurmuş. Bu mit önce Yahudilikte yerini almış, oradan Hıristiyanlığa ve sonra son büyük tek tanrılı din olan müslümanlığa geçmiş. Eski Ahit Yeremya 32: 35’de Hinnom vadisinden bahsedilir. ’’Ben-Hinnom Vadisi’nde ilah Molek’e sunu olarak oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Baal’ın tapınma yerlerini kurdular. Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda’yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne de aklımdan geçirdim.’’ Markos İncilinin 9: 43-47: numaralı bölümü de Hinnom vadisinin dehşetinden bahseder: ”Eğer elin seni günaha sokuyorsa, onu kes at; çolak olarak hayata erişmen iki elli olarak Hinnom Vadisine, sönmez ateşe gitmenden iyidir”. ”Eğer ayağın seni günaha sokuyorsa, onu kes at; topal olarak hayata erişmen iki ayağınla Hinnom Vadisine atılmandan iyidir”. ”Eğer gözün seni günaha sokuyorsa, onu çıkarıp at; tek gözlü olarak Tanrı’nın krallığına erişmen iki gözünle Hinnom Vadisine atılmandan iyidir”. ”Orada onların kurdu ölmez ve ateşi sönmez’’. Kur’anın Zuhruf suresinin 77. ayetinde de cehennem bekçisi ile günahkarlar arasında geçen diyalog anlatılır. ’’Onlar cehennem bekçisine: ”Ey Mâlik! Rabbin artık bizi öldürsün.» diye seslenirler. Mâlik de: «Siz böylece kalacaksınız.» der’’. Peki Kur’anda cehennemin bekçisi ve meleği olarak tasvir edilen bu Malik kimdir?. Yoksa eski bir tanıdık mıdır? ‘’Malik’’ Sami dillerinden biri olan İbranice de ki ‘’MLK’’ kökünden türemiştir. Melek, malik, mülk, melik,memlük gibi kelimelerin köken aldığı “MLK” kökü aslında Tanrı Molok’un adıdır. Yani kurnaz tanrı Molok yok olmamış, arka kapıdan yeni dinlere sızarak kendine malik ve melek adıyla yer bulmuştur. Velhasıl-ı kelam; Molok’a çocukların kurban olarak sunulduğu Ge-Hinnom Cehenneme, Molok ise Malik’e, Melek’e dönüşmüştür. Ge-Hinnom vadisinin güncel bir görünümü Fotoğrafta Ge-Hinnom vadisinin güncel bir görünümü yer alıyor…
-
Yaz aylarında en çok şikayet ettiğimiz ve çözüm aradığımız konu sinek ve böceklerden korunmaktır. Bu amaçla geliştirilmiş, toksik kimyasallar içeren ürünlerin çok zararlı yan etkileri var. O nedenle doğal çözümlerin neler olabileceğini Danışma Kurulu üyemiz Fitoterapist Dr. Bekir Uğur Yavuzcan’a sorduk. Bakalım Dr. Yavuzcan neler demiş: “Ev-işyeri ve tatil alanlarında, sinek ve böcekler için en iyi itici-caydırıcı uçucu bitkisel yağlar şunlardır: lavanta, limon, nane, sedir ağacı, kekik, limon otu (citronella), çay ağacı, sardunya, biberiye, okaliptüs , karanfil uçucu yağlarıdır. Yaz mevsiminde sinek ve böceklere karşı bu yağlardan en etkili olanları ise limon yağı, lavanta yağı, nane yağıdır ve limon otu (citronella) yağıdır. İçerdikleri bazı doğal kimyasallar nedeniyle özellikle uçucu haşereler üzerinde toksik etkileri vardır. Unutmayın ki uçucu yağlar yani keskin kokulu yağlar direkt cilt üzerine temas ettirilmemelidir çünkü cilt üzerinde irritan etkileri bulunur. Bu nedenle uçucu yağları mutlaka bir sabit yağ içinde (en güzeli fındık yağı, hindistan cevizi yağı, susam yağı, kalendula yağı, avokado yağı veya zeytinyağı içine birkaç damla damlatarak) kullanılması gerekmektedir. Püskürtmeli küçük bir şişe içine 10 ml veya 20 ml olabilir, yukarıdaki saydığım 6 sabit yağdan birini ekledikten sonra üzerine en fazla 4-5 damla uçucu olan üç yağdan birisini (limon-lavanta-nane) ilave edip şişenin ağzını kapatıp çalkalıyoruz. Bu karışımı cildimizde açıkta kalan her yere (gözler hariç) sıkabilirsiniz. Hiçbir haşere ve sinek uğramaz bile yanınıza artık. Balkonlara ve odalara sineklerin gelmesini engellemek için ise: 10 damla limon yağı + 10 damla lavanta yağı + 5 Damla nane yağı + 5 damla karanfil yağı + 50 ml püskürtmeli şişe içine saf su konarak çalkalanıp odaların içine veya balkonlara püskürtülerek sineklerin gelmesi engellenebilir. Mutfaklarda tezgah altı ve üzeri dolapları ise hamam böcekleri ve bazı haşerelerden uzak tutmak için temizlik bezinize 8-10 damla biberiye ve kekik yağından damlatıp silerseniz uzun bir süre uğramazlar mutfağınıza. Aynı zamanda tezgahlarınız için harika bir dezenfektandır bu ikili karışım. Yatak altı, giysi dolabı içleri ve kütüphanelerde kitap aralarında güveleri ve tahta kurularını uzak tutmak için lavanta yağı emdirilmiş, etrafı naylonla sarılmış bezler bulundurmanız yeterlidir.” Sinek kovucu ilaçlar, sineklerden ziyade bize zarar veriyor zira kokuyu alan sinekler kaçıyor, bizse bu odada barınıyor, uyuyor, yemek yiyoruz. Sağlıklı yaşamak için sağlıklı beslenmek yetmiyor. Aynı zamanda ekolojik yaşamak durumundayız. Ekoloji uzmanı Erkan Şamcı’nın sivri sinekleri uzak tutmak için kendimize zarar vermeden doğal bir önerisi var. Karbonat + Limon + Limon Yağı + Su ile doğal, hoş kokulu ve etkili sinek kovucu yapabiliriz. Sprey şişe içine ; Yaklaşık 1/2 litre su 1/2 çay kaşığı karbonat 1/2 limonun suyu 40-50 damla limon yağı Bu artık ekolojik bir sinek kovucu. Odanız hem mis gibi kokacak, hem de sinekler gelemeyecek. Bundan iyisi, Şam’da kayısı.
-
Parasetamol düzenli kullanımında dikkatli olmamız gerekiyor.
konu Biyolokum içerik ekledi : Bilim Dünyası
Parasetamol yani ağrı kesici ve ateş düşürücü etkiye sahip ilaçlar malum reçetesiz satılan ve bakkalda bile bulacağımız, dünyada en yaygın kullanılan ilaçların başında geliyor. Ancak bu ilaçlara her durumda sarılmayı alışkanlık haline getirmiş kişilerin dikkatli olmaları gerekir. Yapılan bir araştırma ile ağrı kesicilerin kullanımı sonrasında risk alma davranışının yani gözü karalığın arttığı, empatinin körelerek kırıcı olmaktan çekinilmediği keza bilişsel işlevlerin de köreldiği ortaya çıkarılmış. Bir nevi kaygı azalması, belki de uyuşturucu benzeri bir rahatlama etkisi gibi sonuçları ile(sa), bu ilaçların fazlaca tüketilmesi bizleri günlük yaşamda ve gelecekle ilgili kararlarımızda rasyonel olmaktan uzaklaştırıp ödeyemeyeceğimiz bedelleri karşımıza çıkartıyor. Üstelik bu ilaçların çoğu medikal durumda plasebo ile eşdeğer işlevler gördüğü yani ağrı ve acıyı sadece algıda azalttığını biliyoruz ve maalesef bir dolu zararlı yan etkiyi getirdiğini de. Dünya Sağlık Örgütünün pandemiye yakalanma şüphesine düşenlere bu ilaçları önermiş olması da ayrı bir problem. -
Bir dergide "dünya haritasındaki hatalar" ile alakalı bir yazıdan esinlenerek "Afrika kıtası dünya haritasında küçük mü çiziliyor" şeklinde bir yazı yazma ihtiyacı duyduk. Sorumuzun cevabını araştırırken gördük ki gerçekten Afrika Kıtası haritalarda küçük çiziliyor. Niçin mi ? Sebeplerine değinmeden önce öncelikle bu konu hakkındaki bazı değerlere/bilgilere bakalım. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıda bir dünya haritası yer almaktadır. Yazımızdaki bilgileri haritayı büyütüp karşılaştırarak teyit edebilirsiniz. Dünya haritasına dikkat ederseniz Kuzey Amerika, Afrika Kıtası'ndan daha büyük olarak görülmekte. Bu sadece yukarıdaki haritada değil genel kullanımda olan birçok dünya haritasında da böyle. Peki gerçekte yüzölçümü olarak hangisi daha büyük? Afrika kıtasının yüzölçümü 30,221,53 km² 'dir. Kuzey Amerika'nın ise yüzölçümü 24.230.000 km²'dir. Kaba bir hesapla iki kıta arasında 6 milyon km²'lik bir fark bulunuyor. Ama genel kullanımdaki dünya haritalarında Kuzey Amerika, Afrika'dan daha büyük olarak gösteriliyor. Bu arada 6 milyon km² ne kadardır diye düşünebilirsiniz. 6 milyon km²'lik alan tam olarak 7,6 adet Türkiye demek. Yani 7,6 tane Türkiye buharlaşmış bu haritadan. Başka bir örnekle devam edelim. Haritaya dikkatli baktığımızda, Grönland Adası (Danimarka’nın toprağıdır) Afrika Kıtası'nın üçte biri (1/3) kadar gibi gözüküyor. Peki gerçekte böyle mi ? Gerçekte Grönland Adası Afrika Kıtası'nın on beşte biri (1/15) kadardır. Sadece bu iki örneğimizden görüldüğü üzere Afrika Kıtası haritalarda küçük çizilmektedir/gösterilmektedir. Peki bu yanlışlığın sebebi nedir ? Haritacılara göre bunun sebebi "dünyanın yuvarlak olması ve kağıda aktarılırken sıkıntıların yaşanmasıdır". Bu cevabın ne kadar doğru olduğu konusunda bilgi sahibi değiliz. Bu yüzden verilen bu cevaba doğru veya yanlış diyemiyoruz. Haritadaki bu yanlışlığa farklı açıklamalar da getiriliyor. Bunlardan en çok ön plana çıkan cevap ise haritadaki yanlışlığın ideolojik olabileceği şeklinde. Yıllarca Afrika'yı yağmalayanların bu kıtanın gerçek büyüklüğünü küçültmeye çalışarak kendilerini daha meşru bir zemine oturtma çabaları bu yanlışlığın temel sebeplerinden biri olabileceği görüşü ön plana çıkıyor. Tıpkı beyaz adamların, siyah adamları barbar olarak gösterip yaptıkları kıyımları meşrulaştırmaya çalışması gibi. **** Söz sırası sizde. Bu yanlışlığın sebebi harita çizimiyle mi alakalı, ideolojik mi, yoksa başka sebepleri daha var mı ? **** Bu yazıda "wikipedia" dan alınan sayısal değerler kullanılmıştır.
-
Eğer vejetaryen değilseniz, en azından vejetaryen olan bir tane insan tanıyorsunuzdur. Ve dünya üzerinde nerede yaşadığınıza bağlı olarak, tanıdığınız vejetaryenler, etten vazgeçen genel nüfusun büyük bir kısmına veya çok küçük bir kısmına ait olabilir. Örneğin ABD’de vejetaryenlerin yüzdesi 4-5 civarındayken, Hindistan’da yaklaşık yüzde 30’dur. Fakat bilimsel olarak konuşursak, eğer bu yüzde aniden tüm dünya genelindeki insanların yüzde 100’üne çıksaydı ne olurdu? AsapSCIENCE’ın son bölümünün açıkladığına göre, etleri için yetiştirilen yaklaşık 20 milyar tavuğa, 1.5 milyar ineğe, 1 milyardan fazla koyuna ve yaklaşık 1 milyar domuza birdenbire ihtiyaç kalmazdı. Onları yiyemediğimiz zaman hepsinden nasıl kurtulacağımız hakkında düşünmek hoş değildir fakat, kocaman miktarlardaki evcilleştirilmiş hayvanlar, onları etrafta tutacak hiçbir piyasa olmadığı zaman epey hızlı şekilde ortadan kalkacaklar diyelim. Bu durum, bütün dünyada çok büyük miktarlardaki araziyi serbest bırakacaktır, yani yaklaşık 33 milyon kilometrekareyi. Bu miktar ne kadar büyük? Afrika’nın boyutu kadar. Üstelik bu sadece çiftlik hayvanlarını barındırmak için kullanılan arazidir; bu miktar, özel olarak hayvanları beslemek amacıyla yetiştirilen ekinler için kullanılan büyük miktarlardaki araziyi içermez bile. Peki şimdi çılgın miktarda boş toprağa sahibiz, bununla ne yapacağız? Dünyadaki herkes etten vazgeçtiği için, şimdi bir sürü bitki daha yetiştirmemiz gerekecek, fakat sorun şu ki, bu boş çayırların bazıları hâlâ elverişli olsa da, bunların çoğu, tonla yapay besin olmadan üzerinde ekin yetiştirmek için fazla kuru olacaktır. İnsanlar yapay besin eklemeden, bu toprak çöle dönüşebilir. Fakat bu toprağın bir kısmı eğer doğru şekilde idare edilirse, aslında kendi doğal çayır veya orman haline geri dönebilir ve bu durum, iklim değişiminin etkilerini azaltmaya yardımcı olabilir. Ve iklim değişiminden bahsederken, yalnızca bütün ineklerden ve gün be gün yaydıkları korkunç miktarlardaki kirletici gazlardan kurtulmak, gezegenin durumu üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir. Küresel bir ölçekte etten vazgeçmenin sahip olabileceği bir diğer büyük ve harika etki nedir? Dünya genelindeki tatlı su tüketiminin yaklaşık yüzde 70’inin çiftçilikte kullanıldığı düşünüldüğünde, büyük miktarda su kurtarırdık. O halde konu kapandı, gezegen için hepimiz yarın vejetaryen oluyoruz, tamam mı? Yani, aslında, bu o kadar kolay değil. Sadece bunun çok kolay kurtulacağımız bir bela olmadığını söyleyelim… (Eğer Dünya üzerindeki her bir insanı bifteği bırakmaya ikna etmeye “kolay” diyorsanız).
-
Kafamızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda ya da evrenin sonsuzluğunu düşündüğümüzde hepimiz şu soruları sormuşuzdur. Uzaylılar var mı? dünya dışı akıllı yaşamlar. Peki o zaman onları neden göremiyoruz? “Herkes nerede?” bu soruları soran bir tek biz değiliz. Bundan yaklaşık 70 yıl önce fizikçi Enrico Fermi de bu soruları sordu ve günümüzde hâla çözülememiş Fermi paradoksu ortaya çıktı. Gözlemlenebilir evrende 10²² ila 10²⁴ kadar yıldız olduğu tahmin ediliyor. Bu yıldızların milyonda biri bizim güneşimize benzer yapıda olsa, bu yıldızların milyonda birinin etrafında yaşama elverişli gezegen olsa, bu gezegenlerin milyonda birinde yaşam olsa ve üzerinde yaşam olan bu gezegenlerin çok küçük bir kısmında zeka sahibi canlılar olsa yine de evrende milyonlarca canlı var demektir. Hatta bunu hesaplamak için bir denklem bile var Drake denklemi . Bu denkleme göre içinde bulunduğumuz galakside bile 100.000 civarı komşu uygarlık olması gerekir. Kısaca dünya dışı uygarlıklara dair elimizde oldukça güçlü tahminler var. Ama hiç kanıt yok. İşte Fermi de burdan yola çıkarak bu soruyu sordu: “Herkes nerede?” Fermi paradoksu hala çözülemedi ama neden hala uzaylılarla karşılaşmadığımızla ilgili pek çok hipotez var. Stephen Webb ‘Where is Everybody’ kitabında bu paradoksa elli farklı çözüm sunuyor. Bunlardan bazıları ise şu şekilde: En basit açıklama : Bir uygarlık (zeki yaşam) yok. Varlıklarına dair bir kanıtımız yok o halde yoklar. Nadir dünya hipotezi: Bizim dışımızda başka bir canlı yok dünya evrenin tek istisnası ve sonsuz evrende yapayalnızız. Hayvanat bahçesi hipotezi: Hayvanat bahçesi senaryosu 1973 yılında John Ball tarafından önerildi. John Dünyanın uzaylıların hayvanat bahçesi olduğunu ve bu yüzden uzaylıların bizimle iletişime geçmeye ihtiyaç duymadıklarını öne sürdü. Çoktan gittiler: Uzaylılar var ve dünyayı çok eskiden ziyaret ettiler ama geldiklerinde biz yoktuk. İletişim imkansızlığı: Evren sürekli genişlemekte ve gezegenler arası mesefa sürekli artmakta gelişmiş uygarlıklar birbirlerini arıyor olsa bile birbirlerine ulaşana kadar uygarlıklardan biri ya da her ikisi yok oluyor. Kıyamet Argümanı: Henüz varlıklarını kanıtlayamasak da bizden daha zeki yaşamlar vardır ve zeki yaşamlar doğası gereği kendini yok eder. Yani başka gezegenlerde başka uygarlıklar var ama bunlar daha yıldızlar arası seyahat ya da iletişim yapamadan nükleer bir savaş ya da başka bir sebeple kendilerini yok ediyorlar ve bu bir çeşit filtre görevi görüyor. Berserkers: 1950 lerin başında soğuk savaş stratejilerinden biri ‘kıyamet günü’ silahıydı. Bu silah korkunç, kontrol edilemez, yapan kişiler dahil dünyadaki tüm yaşamı silmek için tasarlanmıştı. – Eğer düşmanınız bir kıyamet günü silahınız olduğunu bilirse size saldırmaya cesaret edemezdi – soğuk savaş döneminde her ne kadar bir strateji olsa da. Bu silah ya da makineler gerçekten varsa ve gezegen gezegen dolaşıp tüm yaşamları yok ediyorsa. Onlar bize ulaşmaya çalışıyor ama biz dinlemeyi bilmiyoruz: Yaklaşık 50-60 yıldır uzayı ve uzaydan gelen farklı sinyalleri dinlemeye ve algılamaya çalışıyoruz. Bu kısa bir süre olmakla birlikte aynı zamanda da yanlış bir yöntem kullanıyor olabiliriz. Algılayamıyoruz: Diyelim ki ormanın ortasında bir karınca yuvasındaki karıncalarız. Hemen yanımıza büyük bir otoban yapılsa bunun ne olduğunu ve hangi teknoloji ile yapıldığını anlayamayız. Dolayısıyla bizden daha gelişmiş bir medeniyet varsa ve bizi aydınlatmaya çalışıyor olsalar bile biz onları anlayamayız. Blog bölümünde Tunç Yusuf tarafından kaleme alınmıştır.