Jump to content

Nergiz Kaplan

Bilim Üyesi
  • İçerik sayısı

    57
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Zafer Günleri

    1

Nergiz Kaplan kullanıcısının paylaşımları

  1. 1833 yılında Stockholm’te doğan Alfred Nobel babasının iflas etmesi üzerine Rusya’ya gitmişlerdir. Burada iyi derecede İngilizce, Rusça, Fransızca ve Almanca öğrenen Alfred, doğa bilimleri konusuna da hakimdir. Babası daha sonra ise onu Avrupa’nın birçok kentine gönderse de o daha çok Paris’i sevmiş ve orada bir laboratuvar kurmuştur, burada İtalyan kimyacı A. Sobrero ile tanışan Nobel hayatının da dönüm noktasını yaşamıştır. Şöyle ki; Sobrero nitrogliserin üzerine çalışmakta ve bunu tam olarak nasıl kullanılır hale getirilir onun çalışmalarını yapmaktadır. Bilindiği gibi nitrogliserin sarsıntıda ve ani bir çarpmada hemen patlamaktadır, bunun nasıl daha korunaklı hale gelir düşüncesi üzerine yoğunlaşan Alfred sonunda nitrogliserini kizelgur kum (bu kum ince gözenekli bir silisyum mineralidir) adında bir kuma absorbe ederek onu daha kullanışlı hale getirmiştir ama tabi bedeller ödeyerek, bir kardeşini ve birçok çalışanını bu durumdan dolayı kaybetmiştir Alfred ama asla yılmamış ve çalışmalarından geri kalmamıştır. Sonunda 1867 yılında dinamitin (yani nitrogliserinin kizelgur kuma absorbe edilmesi sonucu açığa çıkan patlayıcı) patentini alır. Bu sayede çokça fabrika ve iş yerleri açan Nobel, maddi olarak hayli iyi bir konuma gelmektedir, bu sayede aldığı patentler bile 350’yi geçmiştir. Daha sonra ise Alfred kendisi için bir bayan çalışan aramaktadır, ilan verir ve bu ilana uygun bayanı işe alır. Bu bayan ileri ki zamanlarda bir kitap yazar kitabın adı ‘Silahları Bırakın’dır, bu sayede Nobel’i servetinin bilime ve barışa adayanlara ödül olarak vermesini tavsiye eder. Hatta bu konuda ileri giderek bu konuda onu ikna eder. Bir zaman sonra Nobel’in kardeşi Ludwig ölür ve gazeteler Nobel’in öldüğünü ve bu yolla ona ağır ithamlarda bulunurlar. Nobel için; sayısız insanın ölümüne neden olmuş zengin kişi derler, oysa Nobel ölmemiştir ve bu haberler onu çok üzer o da bu üzüntünün verdiği ithamlarla vasiyetini değiştirir ve servetinin %94’ünü bilime ve barışa katkı sağlayanlara verilmesini söyler ve bundan sonra Nobel’in vasiyeti üzerine her yıl Kimya, Fizik, Tıp, Edebiyat ve Barış ödülleri verilir (Nobel iktisat ödülleri 1960’tan sonra verilmeye başlanıyor). Nobel Ödülleri Üzerine İlginç Anekdotlar İlk Nobel 1901 yılında W. Röntgen’e verilmiştir (X-ışını üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı) Bu ödülü alan yalnızca 49 kadın vardır, bunlardan biride Marie Curie ve kızı Juliet Curie’dir. Bu ödüle iki kez layık görülen tek kadın ‘Marie Curie”dir. Bu ödülü en genç yaşta alan kişi L. Bragg’dır, henüz 25 yaşında ödül almasına rağmen X-ışını difaksiyonu konusu bilimi ve maddeyi tanıma adına önemli bir adımdır. Bu ödülü haksızca alanlar olmuştur, bunlarda biride Otto Hahn’dır, Nobel çalışmalarında esasında Lise Meitner ve Strassmann’da dahil üç kişi vardır oysa Otto Hahn bu ödülü onlarla paylaşmak yerine diğer çalışma arkadaşlarından bahsetmemiş ve Nobel komitesi de tüm çalışmaların Otto Hahn’a ait olduğu düşünmüştür. John Bardeen; iki fizik ödülünü hiç kimseyle paylaşmadan alan tek isim. Frederick Sanger: İki defa kimya ödülünü almasına rağmen bunları kimseyle paylaşmamıştır. Linus Pauling: İki Nobel almasına rağmen üçüncü Nobel için hazırlansa da yanlış DNA sarmalı önermiştir ve dolayısıyla Nobel’i alamamıştır. tr.wikipedia.org/wiki/Nobel_Fizik_Ödülü uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2009/11/BILIM-VE-TEKNOLOJI-DÜ-2-RÖNTGEN.pdf jagranjosh.com/general-knowledge/most-interesting-facts-about-nobel-prizes-1539177954-1
  2. Elmas bilinen en sert madde ve en değerli taşlardan biridir. Karbon elementinin allotroplarından biri olan elmas, saf karbondur. Elmasın saf karbon olduğu ise Lavoisier tarafından keşfedilmiştir. 3.51 gram/cm³ yoğunluğa sahip olan elmasın erime noktası 3500 °C’dir. En sert madde olarak tanımlanan elmas, mineralojide kullanılan mohs sertlik göstergesinde 10 ile gösterilir. Yani en yüksek değer olan 10, elmasın en sert madde olduğunu kanıtlıyor. Elmasın 57 fasetli özel kesilmiş haline pırlanta denir. Pırlanta üzerinde 57 faset bulunur. Faset, ışığı yansıtan açılı yüzeylere verilen isimdir. İnsanlar, elmasın güzel görüntüsü ve ışığı kırma özelliğinden dolayı, ziynet eşyası olarak kullanırlar. Peki elmas en sert madde ise, onu nasıl şekillendiriyorlar? Elmas çok iyi bir elektrik izolatörüdür ve ısı iletkenliği en yüksek maddedir. Bu sebeple zarar görmeden kesilebilir. Fakat ısıdan etkilenmiyorsa ve en sert madde ise, onu şekillendirip kesebilmek neredeyse imkansız gibi görülüyor. Ama öyle değil. Çivi çiviyi söker misali elması da elmas kesiyor. Elmas kesilirken ağırlığının yarısını kaybediyor. Bu elbette büyük bir kayıp…
  3. Aynı genetik bilgiyi taşıyan tek yumurta ikizlerinin parmak izleri bile birbirinden farklıdır. Peki neden? Adli soruşturmalar sırasında bir suçun faillerini belirlemek için kullanılan yöntemlerden biri, parmak izi incelemesi. Bir olay yerinde bir kişiye ait parmak izlerinin bulunması o kişinin daha önce orada bulunduğunu gösterir ve bu durumun sebebi parmak izlerinin kişiye özel olmasıdır. Aynı genetik bilgiyi taşıyan tek yumurta ikizlerinin parmak izleri bile birbirinden farklıdır. İnsanların parmak izlerinin neden birbirinden farklı olduğunu anlamak için parmak izlerinin oluşma sürecine göz atmak gerekir. Bir insanın parmak izleri ana rahmindeyken oluşur. Gebeliğin 10. haftası civarında başlayan süreç 16-17. hafta civarında tamamlanır. Parmak izlerinin şeklini belirleyen, derinin en dış katmanı olan epidermis ile daha içteki katman olan dermis arasındaki etkileşimdir ve bu etkileşimi belirleyen pek çok etken vardır. Örneğin kan basıncı, kandaki oksijen miktarı, hormon seviyeleri, parmaklar ile amniyotik sıvı arasındaki etkileşim ve fetüsün rahim içindeki hareketleri bu etkenlerden bazılarıdır. Haftalar süren bir süreç boyunca tüm bu etkenlerin iki ayrı fetüs için aynı olması olasılık dışı olduğu için insanların parmak izleri birbirinden farklıdır.
  4. Resimde gördüğünüz malumunuz neredeyse hepimizin evinde bulunan meşhur ‘ağlayan çiçek’ (Dieffenbachia). Aslında sadece resimde gördüğünüz çiçek de değil, bu çiçeğin benzeri olan akrabaları (genus) da Türkiye’de birçok evde bulunmakta. Ağlayan çiçek, içerisinde bulunan kalsiyum oksalat kristalleri ile özellikle çocuklarda el, dil ve dudaklarda şişme, yanma, ağrı meydana getirebileceği gibi hava yolu tıkanıklığı, solunum yetmezliği gibi ciddi klinik bulguları da ortaya çıkarabiliyor. Bu çiçek belirli zamanlarda, özellikle dokunulduğu veya hırpalandığı zamanlarda, saplarından binlerce kristal ok fışkırtıyor. Küçük çocuklar ve evcil hayvanlarda, hırpalanan veya dokunulan yaprak saplarından fışkıran binlerce kristal ok özellikle gözler olmak üzere yaralanmalara sebep olabiliyor. Sonuçta bir tek bu bitkinin değil her bitkinin hem yararları hem de zararları mevcut..Bu yüzden şöyle de diyebiliriz:Yararları gibi zararlarını da bilelim ki sonucu kötü olursa hüsrana uğramayalım.. Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hastalıkları Dergisinde de bilimsel yayın olarak yer alan araştırmayı Prof. Ümit Sarıcısı başkanlığındaki Dr.Mert Müslehiddinoğlu, Dr. Murat Sarıcı, U. Melis Akpınar ve Serdar Ümit Sancı bizzat deneyimleyip gözlemlemiş ve bu konuda önemli uyarılarda bulunuyor.
  5. Evinizin duvarında asılı duran haritaların aslında tam olarak gerçeği yansıtmadığını biliyor muydunuz? Küreler; küre olan dünyayı haritalamamız için en uygun cisimlerdir. Fakat, boyutları çantaya sığamayacak kadar büyük olduğu için ve tek seferde bütün ülkeleri göremediğimiz için iki boyutlu haritaları tercih ederiz. Herkesin okullarda veya ofislerde gördüğü ve merkatör projeksiyonu yöntemiyle çizilen bu harita aslında çok yanlıştır. Örneğin; Afrika devasa bir kıtadır. Bu kıtayı bir puzzle olarak düşünürsek, içine; ABD, Çin, Batı Avrupa, Hindistan, Arjantin, İngiltere ve tüm İskandinav ülkelerini sığdırabiliriz. Başka bir örnek vermek gerekirse bu haritada Alaska ve Brezilya denk gözüküyor Fakat gerçekte Brezilya, Alaska'nın beş katı kadar büyük. Bunun gibi bir çok örnek verilebilir. Peki bunun sebebi ne? Sebebi, dünyanın tam bir küre şeklinde olmaması. Geoid şeklindeki dünyamız 3 boyutlu veya 2 boyutlu düzleme tam ölçüleriyle aktarılamıyor. https://thetruesize.com/ Sitesinden ülkelerin gerçek boyutlarına bakabilirsiniz. Özellikle Rusyayı diğer ülkelerle karşılaştırınca çok şaşıracaksınız!
  6. Sadece dünya değil, diğer gezegenler de, uyduları da, Güneş de, güneş sistemi de, galaksiler de dönüyorlar. Bütün bu dönüşlerin ne zaman, niçin ve nasıl başladıkları bilinmiyor. Dünyanın dönüş sebebi basitçe, başlangıçta gaz bulutu şeklinde olduğu, bu gaz bulutunun sürekli döndüğü, sonradan katılaşıp dünya oluşunca onu durduracak bir kuvvet olmadığından dönmesine devam ettiği şeklinde izah ediliyor. Dünyanın ve güneş sisteminin oluşumu ile ilgili en çok kabul gören varsayıma göre 10-15 milyar yıl önce bir gaz bulutu oluşmaya başlıyor. 5-6 milyar yıl önce muhtemelen yakınlarda bir yerde bir süpernova patlamasından oluşan şok dalgaları, gaz ve toz parçalarından oluşan bu bulutun dönmeye başlamasını sağlıyor. Başlangıçta bir küre görüntüsünde olan bulut gittikçe daha hızlı dönüyor ve yoğunlaşıyor. Bunun sonunda da şekli düzgün bir disk halini alıyor. Merkezkaç kuvvetin etkisiyle bir miktar madde merkezden dışarı doğru atılıyor. Kendi aralarındaki çekim güçlerinin etkisiyle birleşen bu parçalar, dünya ve diğer gezegenleri oluşturuyorlar. Merkeze doğru çökenlerden de Güneş meydana geliyor. Dünyanın ve gezegenlerin hem kendi çevrelerinde hem de Güneş'in etrafında aynı yönde, aynı düzlemde ve Güneş'in dönüş yönü doğrultusunda dönmeleri bu teoriyi destekliyor. Ancak Venüs'ün diğer gezegenlere göre ters yönde dönmesi, Uranüs'ün kutbu Güneş'e bakacak şekilde tepe taklak dönmesi, Pluto'nun diğerlerine göre hayli eğik düzlemi de teoriyle çelişiyorlar. İlk olarak 1687 yılında Sir Isaac Newton'un 'Hareketlerin Kanunları' isimli kitabında belirttiği gibi, eğer bir şey hareket ediyorsa ve ona hiçbir dış kuvvet etki etmiyorsa hareketine sonsuza kadar devam eder. Dünyanın ilk dönüş hareketini nasıl kazandığı tam olarak bilinmiyorsa da onu etkileyecek önemli ölçüde bir dış kuvvet olmadığından dönüşüne epey bir süre devam edeceği kesin.
  7. Geçen yüzyılda dramatik şekilde okyanus dolaşımını zayıflatan bulgulara ait makale yayınlanmıştı. Hong Kong Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü’ndeki bilim insanları, geçmişteki okyanus sirkülasyonunu bugün olduğu yerde yeniden yapılandırmak için Kanada kıyılarındaki fosil ve tortular üzerinde çalıştı. Okyanus sirkülasyonunun zayıflaması, özellikle de Atlantik Meridyen Alt-üst olma Sirkülasyonu (AMOC), Kuzey Amerika ve Avrupa için geleceğe yönelik endişelere neden olur. Araştırmacılar, gelecekte bizi nelerin beklediğini anlamak için, geçmişteki benzer olayları araştırıyorlar. Geçmişte, bilim adamları Heinrich olayları olarak adlandırılan dramatik olayları kaydettiler. Heinrich olayı, Kuzey Atlantik’teki buzulların ani ve geniş çaplı parçalanması ve daha sonra erimesidir. Bu olayların, 640.000 yıl öncesine dayanan Dünya üzerindeki son 7 buzul çağından 5’inde meydana gelen birçok buz çağı olayları ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Bilim insanları, Kuzey Atlantik ve Grönland’daki buzdağlarının ve buzulların parçalanmasının ve erimesinin Kuzey Atlantik’e büyük bir tatlı su girişine neden olabileceğini ve günümüzde benzer bir senaryo olabileceğine inanıyor. Okyanus Akıntılarının Yavaşlaması Bizi Nasıl Etkileyecek? Özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’nın iklim ve hava durumu için dramatik sonuçlar doğurabilir. AMOC, okyanus ısılarını tropiklerden kuzey enlemlerine aktarmaya yarar. Bu olmazsa, Kuzey Amerika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın kuzeyinde daha soğuk şartlar bulunabilir. AMOC, küresel iklimi düzenler ve ısıyı dünya genelinde daha dengeli bir şekilde dağıtmak için çalışır. Bu mekanizma olmadan mevsimsel yağışlar ve sıcaklıklar yeni okyanus / atmosfer senaryosuyla uyumlu olacak şekilde değiştirilecektir.
  8. Gözümüzle gördüğümüz mimari yapıların dışında, göremediğimiz muhteşem minik yapılar da var. Onlar, dünyanın en küçük mimarları tarafından oluşturulmuş, çok gizemli yapılar. Güvenli, korunaklı ve özel malzemelerden inşa edilmişler. En ilginç tarafı da insan inşasına benzer özelliklere de sahip olmaları. Gelin, bizleri hayran bırakacak minik yapılara hep beraber bakalım ve bizimle yaşamı paylaşan küçük dostlarımıza selam duralım! kaynak: https://www.bilimgunlugu.com/5r1f Kütük Kulübe Küçük sopaları testereyle keser gibi bölerek sarmal bir kabin oluşturan torbalı güve tırtılı. Dikey Kale Bazıları, bir dal yüzeyine yapışkanla, dikey bir kale inşa eder. Kafesten Kale Bu tırtıllar, pupa adı verilen kozaya dönüşmeden önce uzun tüylerinden koruyucu bir kafes oluştururlar ve kendilerini havada asılı tutarlar. Örgü Kule Bu malzemenin gizemli bir ipek yapısı var. Peru'da gözlemlenen bu ilginç mimari, dünyadaki bilim adamlarını şaşkına çevirmiş. Orman Çadırı Torbalı güve tırtılı, kuru yaprakları kullanarak ormanda minik bir çadır kurmuş. Karma Çadır Bazı orman çadırları ise dağınık halleriyle daha sanatsal bir görüntüye sahip. Dışkı Barikat Çok yorulmadan, dışkı ile etrafını çevreleyen kötü kokulu bir barikat oluşturmak, tehlikeleri bertaraf edebilir.
  9. Fil hastalığına sebebiyet veren hücreler arasında biriken doku sıvısı, lenf sıvısı ile hemen hemen aynı bileşenlere sahiptir. Lenf sistemi denince halk arasında akla hemen doku sıvısı gelir. Ancak, doku sıvısı ile lenf damarlarında bulunan sıvı hemen hemen benzerdir. Lenfatik sistem damarlarında bulunan bu sıvı, lenf olarak adlandırılmakla birlikte, doku sıvısı ile neredeyse aynı bileşenlere sahiptir. Ancak aynı şey değildir. Doku sıvısında hücreler arası matrikste, bilimsel ismiyle institial sıvıda, hücre ve her hücrenin etrafından geçmekte olan kılcal damarlar arasındaki besin, gaz vs. alışverişinden doğan maddeler bulunur. Nadir de olsa, kan proteinleri de kılcal damarlardan doku sıvısına geçebilir. Kılcal damarlardan daha ince çapa sahip olan lenf damarları doku sıvısında bulunan maddeleri, yani yitirilen sıvı ve proteinleri, difüze eder. Bununla birlikte, boyun bölgesindeki dolaşım sisteminin büyük toplardamarına dökerek tekrar kana kazandırmak gibi bir göreve sahiptir. Bundan başka, lenf, akyuvarları da içerir. Lenf sıvısında ilerleyen maddelerle birlikte lenf düğümü denilen yerler, lenfi süzerek organizmanın bekçileri olan akyuvarlara ev sahipliği yapar. İşte burada, doku sıvısı ve lenf arasındaki küçük farklılıklar gözünüze çarpmıştır. Lenf düğümlerinin savunma hücrelerine ev sahipliği yapması, istilacılara karşı büyük bir adaptasyondur. Lenfatik sistemi içerisindeki bir enfeksiyon karşısında eğer akyuvarlar istila eden konakçılara karşı galip gelemezse, lenf sisteminde biriken parazitler doku sıvısının hücresel alanda birikmesine, lenf damarlarının bu alandaki sıvıları proteinleri difüze edememesine, yani ödeme sebep olacaktır. Ancak bu durum, sadece parazitlerden kaynaklanan bir durum olmamakla birlikte, ameliyat sonrası lenf sisteminin zarar görmesi, kanser dokusunun bölünerek lenf damarlarını tıkaması da lenf damarlarındaki akışı aksatacaktır. İşte bu durumda, lenf sisteminin tıkanan bölgelerinde ağrılı, oldukça şişmiş, şekil bozukluğu ile seyreden son derece ciddi bir durum olan Elefantiyazis (halk arasında Fil hastalığı) meydana gelecektir. Bu hastalık, Latince isimleri Wuchereria bancrofti, Brugia tumori, Brugia malayi olan bir parazit solucanların lenf damarlarını tıkaması ile meydana gelir. Ancak nadir görülen bu hastalık, bu parazitten ziyade, genelde kanser dokusunun kontrolsüz büyümesi veya ameliyat esnasında lenf damarının zarar görmesi ile ortaya çıkar. Elefantiyazis hastalığının etkenlerinden biri olan parazitlerin yaşam döngüsü ile bu hastalığın seyrini daha anlaşılır hale gelecektir. Wuchereria bancrofti Çoğunlukla tropikal bölgelerde görülen bu paraziter hastalık, çeşitli sivrisinek türleri tarafından insana geçmektedir.Bu parazitler, morfolojik olarak yaşam döngülerinde 5 evreye sahiptir. İlk evrede (L1), doğurgan dişi kurtlardan her gün 10 bin kadar larva veya Mikrofilaria (parazitik formların erken aşaması) salınır. Salınan bu mikrofilarialar, sivrisinekler tarafından kan öğünleri sırasında yutulur ve bağırsak duvarına nüfuz eder. Sivrisineğin bağırsak duvarını istila eden parazit formu yavruları, daha sonra geliştiği ve 2 kere deri değiştirip patojen hale geldiği sivrisineğin toraks kaslarına, yani göğüs kaslarına, göç eder. Bu durum 10-14 gün sürer ve mikrofilaria’nın yaşam döngüsünde L3 olarak adlandırılan, larvanın 3. evresine girer. Larva L3 evresinde iken, beslenme boyunca dermisde konakladığı yer ağız kısmına göç eder ve artık aktif bir biçimde beslenme konumuna girer. Tekrar deri değiştirmekle birlikte, L4 evresine giren bu larva artık üreme olgunluğuna ulaşmak için, sivrisineğin ağız kısmından kan yolu ile başka bir canlının lenfatik sisteme göç edecektir. 6-9 ay içerisinde larva, yetişkin bir parazit solucan haline gelecektir. Gelişmiş yetişkin formdaki parazitler, genişleyebilme kabiliyetlerinden dolayı lenf damarlarında fonksiyon bozukluğu meydana getirmekle birlikte, doku sıvısı birikimine de sebebiyet verecektir. Sonuçta oldukça ciddi bir hastalık olan Elefantiyazis (Fil hastalığı) dediğimiz organizmanın bacak, el, ayak, kol, testis torbaları vb. bölgelerdeki lenf damarlarını tıkanmasıyla ağrılı, hareket kabiliyetini sınırlayan muazzam şişkinlikler oluşacaktır. L1-Mikrofilaria L2-ikinci larva evresi L3-üçüncü larva evresi L4-dördüncü larva evresi (nymph) L5-Yetişkin parazit Fil hastalığının tedavisinde parazitleri öldürme amaçlı çeşitli antibiyotikler kullanılır. Ancak, hastalık oldukça güç bir durum teşkil ettiğinden, her tarafa yayılan parazitleri ilaçla yok etmek yerine, ortak çözüm olarak hastalık daha bulaşmadan hastalık etkenlerini kontrol altına alma çalışmaları yapılmaktadır. Biologie tarafından blog bölümünde yayınlanmıştır.
  10. Çoğu kadın tarafından merak edilen bir konu vücudun görünümünde çok rahatsız edici bir durum olan cilt çatlaklarıdır. Cilt çatlaklarına birçok farklı etmen neden olmakla birlikte toplum içerisinde genellikle kadınların hamile kalması sonrasında görülen bir sorun olarak algılanmaktadır. Fakat bu sorun sadece hamilelik ile ilişkilendirilmemeli ve neden olabilecek diğer etmenlerde öğrenilmelidir. Ana mantıkta bu rahatsızlığın oluşmasına neden olan durum, cildin orta katmanındaki gerilme dolayısıyla yırtılması ve çatlak bir görünümün oluşmasıdır. Bu duruma neden olan faktörler arasında hamilelik dışında; vücut spor çalışmaları, ergenlik dönemi sıkıntıları, genetik faktörler, sık sık kilo alarak tekrar vermek, ciltte bulunan kolajen lif eksikliği, hormonal değişimler ve farklı hastalıklardan dolayı kortizon tedavisi görmek gibi durumlar bulunmaktadır. Cilt çatlaklarının oluşmasından önce alınabilecek bazı önlemler sayesinde bu sağlık sorunu önlenebilir. Ciltte oluşan çatlakların tedavi edilmesi noktasında çok zor bir süreç gerekirken önüne geçmek daha kolay ve etkili olmaktadır. Öncelikli öneriler başında uzmanlar tarafından sık sık diyet yapıldığı takdirde hızlı bir şekilde kilo verildikten sonra yeniden kilo alınmaması için doğru bir beslenme planı uygulanması ve metabolizmanın verilen kilo ile birlikte yaşamaya alıştırılması vardır. Önlem yollarından birisi de cildin sık sık nemlendirilmesi için özellikle banyodan sonra nemlendirici kremler kullanılması ve soğuk havalar ile güneşlenme işlemleri sonrasında nemlendirme uygulanmasıdır. Ayrıca vücudun su ihtiyacının doğru bir şekilde karşılanması için günde en az 8-10 bardak su içilmesi ve her gün düzenli olarak egzersiz yapmaya dikkat edilmesi gibi önlemler de alınabilir. Ergenlik döneminde ise gençlerin daha çok lifli yiyecekler yanında çinko, A, E ve C vitamini içeren besinleri tüketmesi önemlidir. Çoğu kadın tarafından merak edilen bir konu vücudun görünümünde çok rahatsız edici bir durum olan cilt çatlaklarıdır. Cilt çatlaklarına birçok farklı etmen neden olmakla birlikte toplum içerisinde genellikle kadınların hamile kalması sonrasında görülen bir sorun olarak algılanmaktadır. Fakat bu sorun sadece hamilelik ile ilişkilendirilmemeli ve neden olabilecek diğer etmenlerde öğrenilmelidir. Ana mantıkta bu rahatsızlığın oluşmasına neden olan durum, cildin orta katmanındaki gerilme dolayısıyla yırtılması ve çatlak bir görünümün oluşmasıdır. Bu duruma neden olan faktörler arasında hamilelik dışında; vücut spor çalışmaları, ergenlik dönemi sıkıntıları, genetik faktörler, sık sık kilo alarak tekrar vermek, ciltte bulunan kolajen lif eksikliği, hormonal değişimler ve farklı hastalıklardan dolayı kortizon tedavisi görmek gibi durumlar bulunmaktadır. Cilt çatlaklarının oluşmasından önce alınabilecek bazı önlemler sayesinde bu sağlık sorunu önlenebilir. Ciltte oluşan çatlakların tedavi edilmesi noktasında çok zor bir süreç gerekirken önüne geçmek daha kolay ve etkili olmaktadır. Öncelikli öneriler başında uzmanlar tarafından sık sık diyet yapıldığı takdirde hızlı bir şekilde kilo verildikten sonra yeniden kilo alınmaması için doğru bir beslenme planı uygulanması ve metabolizmanın verilen kilo ile birlikte yaşamaya alıştırılması vardır. Önlem yollarından birisi de cildin sık sık nemlendirilmesi için özellikle banyodan sonra nemlendirici kremler kullanılması ve soğuk havalar ile güneşlenme işlemleri sonrasında nemlendirme uygulanmasıdır. Ayrıca vücudun su ihtiyacının doğru bir şekilde karşılanması için günde en az 8-10 bardak su içilmesi ve her gün düzenli olarak egzersiz yapmaya dikkat edilmesi gibi önlemler de alınabilir. Ergenlik döneminde ise gençlerin daha çok lifli yiyecekler yanında çinko, A, E ve C vitamini içeren besinleri tüketmesi önemlidir. Cilt Çatlaklarının Doğal Yolla Giderilmesi Uzmanlar tarafından belirtildiği üzere cilt çatlaklarının tamamen giderilmesi neredeyse mümkün değildir. Fakat erken dönemde yani ciltteki çatlaklar henüz kırmızımsı renkte iken müdahale edilerek görünürlükleri daha azaltılabilir. Genel olarak vücudun karın, uyluk, kol ve göğüs bölgelerinde görülen çatlaklar doğal çözüm yöntemleri ile gözle görülür bir şekilde indirgenebilir. Bunun için kullanılabilecek en uygun maddeler bitkisel yağlardır. Bu yağlarla vücutta masaj yapılması büyük bir etki gösterecektir. Fakat uzun dönem önce oluşmuş ve artık beyaz renge dönmüş çatlaklarda bu yöntem sonuç göstermeyebilir. Kullanılabilecek bitki yağları; badem yağı, zeytinyağı, buğday rüşeymi yağı, lavanta yağı, kakao yağı, papatya yağı, aloe vera, üzüm çekirdeği yağı olabilir.
  11. DEPRESYON BİR VİTAMİNLE TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ? Depresyonun pahalı olmayan, kolayca ulaşılabilecek, reçetesiz satılan bir takviyeyle iyileşebileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Veya kronik kaygı durumundan, doğal stres azaltıcı maddeler içeren bazı yiyecekleri daha fazla tüketerek kurtulabileceğinizi? Okumaya devam edin şaşıracaksınız ve memnuniyet duyacaksınız. DEPRESYON GELİŞMESİNİN ALTINDA B12 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ OLDUĞU UZUN ZAMANDIR DÜŞÜNÜLÜYOR. B12 hayatın temel yapı taşlarından birisi. Ve yıldızlı bir antidepresan. Hepimizin, kırmızı kan hücresi ve sinir hücresi zarı üretmek, DNA’mızın ifadesinin düzenlenmesi ve diğer çeşitli beyin ve vücut fonksiyonlarını yerine getirmek için B12’ye ihtiyacımız var. Beyni ve sinir sistemini korur, dinlenme ve ruh hali döngülerini düzenler ve bağışıklık sisteminin düzgün işlev görmesini sağlar. Ciddi eksiklik durumu sadece depresyona yol açmakla kalmaz, paranoya, sanrı, hafıza kaybına hatta idrar kaçırma, tat ve koku duyularının kaybolması ve en sonunda da beynin fiziksel olarak küçülmesine ve bunamaya yol açabilir. Tıp literatürü bu belirtileri gösteren ve sadece bir B12 iğnesiyle düzelen kişilerin vaka raporlarıyla doludur. Bunların en çarpıcı olan birisinden, 2003 tarihli bir vakadan örnek vermek isterim. Hayatı boyunca vejetaryen olan bir kadında bir buçuk ay süresince sürekli kötüye giden depresyon durumundan sonra sanrılar ve paranoid duygular başlamış, katatoniye (uyanık ve hayatta olmasına rağmen hiç tepki vermemek, donmak) kadar gitmiş belirtiler. Elektroşok ve antipsikotik ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılıyormuş ki başka bir hastaneye götürülmüş. Orada B12 seviyesi ölçülmüş ve bir iğne yapılmış. Bundan sonra tamamen iyileşmiş ve başka tedaviye gerek kalmamış. Toplumun beşte ikisinde ciddi B12 eksikliği olduğu tahmin ediliyor. Bunun nedenleri arasında yetersiz beslenme, disbiyosis (bozulmuş bağırsak florası), PPI türü mide ilaçları ve diyabet ilaçları kullanımı bulunuyor. Vejetaryen ve veganların daha da dikkatli olması gerek bu konuda çünkü B12 en çok hayvansal gıdalarda bulunuyor.
  12. Geç yatmayı sevenler! Bilim zeki ve yaratıcı olduğunuzu söylüyor Bugün karşılaştığımız bir araştırma birçok millet içinde en çok bize yarayacak, en çok bizim yüzümüzü güldürecekmiş gibimize geldi ve paylaşmak istedik. Bu araştırma sonucunda “normal uyku saatlerinin dışına taşanların daha zeki ve daha yaratıcı” olduklarına dair bulgulara ulaşılmış. [Normal uyku saatlerinin dışına taşmayı güzel Türkçemize çevirecek olursak geç yatmak ve geç kalkmak anlamına geliyor :)] Konu ettiğimiz bu araştırmada Madrid Üniversitesi’nden araştırmacılar 1.000 öğrencinin uyku düzenlerini incelemişler. Daha geç yatanların erkencilere göre analitik beceri gerektiren testlerden daha iyi puan aldıkları ortaya çıkmış. Aynı araştırmaya göre geç yatanlar ayrıca daha yaratıcılar. Buna göre erken kalkanlar günün ilk saatlerine enerjiyle başlıyorlar ve gündelik / sıradan işleri yapmakta daha avantajlılar. Geç yatanlar ise gecenin avantajına sahipler. Gecenin avantajı ise yeni şeyler yaratabilme, yeni şeyler keşfedilme. Araştırmacılardan Dr. Angela Chow’a göre güne erken başlayanlar daha konsantreler, daha yoğunlar ve gün içinde daha fazla sorunla uğraşıyorlar. Gün sonunda ise daha kızgın ve daha düşük enerjili oluyorlar. Geç kalkanlar ise tam aksine daha sakin, daha az yoğun gün geçiriyorlar. Evet, içinizdeki Einstein, Leonardo da Vinci’yi ortaya çıkartmak için şimdi kapatın o sabah alarmlarını!
  13. Kefir simbiyotik mikroorganizmaların protein, yağlar ve şekerle kaplanıp bir araya gelerek oluşturduğu kefir taneleri kullanılarak yapılan fermente bir içecektir. Yüzyıllardır çok geniş ve farklı kullanım alanları olmuştur. Burada en faydalı yedi özelliğini göreceksiniz. Kefir taneleri birçok bakteri ve maya çeşidinin toplandığı beyaz kümeleridir. Bu fermente içecek, doğal bağışıklık ve sindirimi geliştiren en iyi içeceklerden biridir. İlk kez, Rusya’nın batı taraflarında Kafkasya dağlarında geliştirildiğine inanılmaktadır. Kefir kelimesinin de Türkçe’deki “keyif” sözcüğünden geldiğine inanılmaktadır. Oradaki çobanlar sütü taşımak için deri tulumlar kullanırlarmış. Bazen bu süt birkaç gün bekler ve fermente olurmuş. Fermantasyon süte köpüklü, soğuk ve tazeleyici bir tat verirmiş. Daha sonraları kefir oluşumuna sebep olan kültür bulunmuş ve sindirim sistemi bozuklukları, enerji düşüklüğü, kötü kötü bağışıklık fonksiyonlarına karşı kullanılmıştır. Abaza halkının olağan üstü yaşamları Kefirin geliştiren ve uzun süredir kullanmaya devam eden, Rusya’nın batısındaki – Kafkas dağlarındaki Abaza halkı en uzun yaşam süresine sahip kültürlerden biridir. Asırlık tabir edebilecek yaşam süresi oranı oldukça fazladır. John Robins, 100 yaşında sağlıklı (Healty at 100) adlı kitabında Abaza halkı üzerinde Dr. Alexander Leaf ile araştırmalarını tartışmıştır. Dr. Leaf, Abazaların oldukça ileri yaşlara aynı zamanda sağlıklı ve dinç kalarak ulaşabilme oranının nasıl bu kadar fazla olduğunu gözlemlemiştir. Abazaların yüzde 80 civarı 90 yaşının üzerinde, mental olarak sağlıklı ve sosyaldirler. Sadece yüzde 10 civarı duyma güçlüğü ve yüzde 4’ünde görme bozuklukları görülmüştür. Bunun üzerine Dr. Leaf yazısında “dünyanın hiçbir yerinde uzun yaşamda Kafkasyalılar kadar ünlü bir halk olamaz” diye belirtmiştir. KEFİR FERMANTASYONU NEDİR? Kefir taneleri “kefiran” diye bilinen bir polisakkarit içerir. Kefiran suda çözülebilir ve sarı/beyaz formu ile pirinç tanesini andırır. Oda sıcaklığında 12-48 saat aralığında mayalanır. Çiğ inek, koyun ve keçi sütü kefir fermantasyonu için en uygun ortamlardır. Bu hayvanların idealde otlaklarda beslenmiş olması istenir. Tahıllarla beslenen memelilerin sütü yüksek yağ asitlerine bağlı olarak iltihaplanmaya daha yatkındır. Süt içindeki aminoasit bileşiklerine ve kritik enzimlere zarar vermemek için kesinlikle pastörize ya da homojenize edilmemelidir. HİNDİSTAN CEVİZİ KEFİRİ Bir diğer popüler ve kolay kullanımlı kefir seçeneği de Hindistan cevizi suyudur. Bu su, potasyum ve az bulunan minerallerce oldukça zengindir. Ayrıca antioksidanlar ve sitokinin içerir. Sitokinin hücre bölünmesini düzenler ve bitkilerin yaşam oranlarında etkilidir. Bu içerikler, insan hücrelerinde de anti-aging (yaşlanmaya karşı) bir etki yaratır. Hindistan cevizi suyu kefiri hidrasyon seviyenizi iyileştirmenin, bağırsak ve mukus tabakalarındaki sağlıklı mikroflorayı yeniden kolonize etmenizin lezzetli bir yoludur. Hindistan cevizi suyu maya mikroorganizmalarını beslemek için çok az doğal şekere sahip olmasına rağmen mayalayabilir. Kefirin Sağlığa Faydaları Nelerdir? Kanserle Savaşır Hayvanlar üzerindeki araştırmalar göstermiştir ki, fermente besinler tüketmek birçok kanser tümörünü temizlemektedir. Dairy Science dergisinde yayımlanan farelerin bağışıklık sistemine yönelik bir çalışmada, düzenli kefir kullanımının göğüs kanserinin büyümesini durdurduğu yazılmıştır. Detoks Sürecine Yardımcı Olur “Mutajenler” DNA’mızı değiştiren farklı ajanlardır ve çevremizdeki her yerde bulunurlar. Örneğin; Aflatoksinler, yiyecek kaynaklı küflerden oluşan toksinlerdir, yer fıstığında (fıstık alerjisine sebep olur) ve işlenmiş sebze yağlarında (kanola, soya fasulyesi ve mısır) bol miktarda bulunurlar. Laktik asit bakterisi açısından zengin olan kefir, aflatoksinleri etkisizleştirir ve diğer mantar ve fungusları öldürerek sağlıklı bir genetik dizgiyi korur. Bağışıklığı Arttırır Bir sonraki hastalanışınızda, kefir yerine antibiyotik içeceğiniz için iki kere düşünün. Araştırmalar göstermektedir ki; probiyotikler sadece enfeksiyona sebep olan ajanları yok etmede değil, aynı zamanda semptomları da çözmede antibiyotikler kadar ve hatta daha iyi çalışırlar. Kemik Yoğunluğunu Yapılandırır 2014 yılında Ostreoporosis International dergisinde, yayınlanan bir çalışmada, kefir tüketiminin kemik yoğunluğunu artırdığı ve kemik erimesi riskini azalttığı bulunmuştur. IBS ve IBD sendromlarını iyileştirir Kefir içinde bulunan laktobakteri ve bifidobakteri türleri sebebiyle IBS (huzursuz bağırsak sendromu) üzerinde doğal olarak etkilidir. Kanadalı bir sağlık dergisinde, yoğurt ve kefir gibi probiyotikçe zengin besinlerin IBS’yi iyileştirdiği, IBD (iltahaplı bağırsak hastalıkları) üzerinde de azaltıcı olduğu yayınlanmıştır. Alerji ve Astımı engelleyebilir Immunology dergisinin son çalışmalarında, kefirin hem astım hem de alerji üzerinde pozitif etkisi olduğu bulunmuştur. Kefirin özellikle interlökin-4, T-helper hücreleri gibi iltihap/ateş belirleyicileri baskı altına aldığı görülmüştür. Araştırmacılar, kefirin güçlü ateş düşürücü etkisinin astımı önlemede kullanılabileceğini belirtmişlerdir. Laktoz intoleransını iyileştirir Kulağa çılgınca gelebilir fakat evet, fermente bir süt ürünü olan kefir laktoz intoleransı (duyarlılığı) olan insanların sorunlarına yardım edebilir. Dikkatinizi buraya verin: Fermantasyon yiyeceğin kimyasındaki bir değişimdir, bu sebeple fermente olmuş süt, yani kefir, düşük laktoza sahiptir. Kefir ve Yoğurt arasındaki farklar nelerdir? Kefirle yoğurt arasında birçok kez karşılaştırma yapılmıştır. En önemlisi kefir bazı nedenlerden ötürü probiyotik bir güç merkezi olarak değerlendirilebilir. Yoğurt, sadece bazı bakteri türlerini bulundurur. Kefir ise, çok daha geniş bir faydalı bakteri çeşitliliğine sahiptir. Kefir, yoğurtta olmayan Lactobacillus Caucasus, Leuconostoc, Acetobacter türleri ile Streptococcus türlerini içerir. Ayrıca kefir, Saccharomyces gibi faydalı mayaları da içermektedir. Bu mayaların vücuttaki patojenik mayaları avlayıp yok ettikleri bilinmektedir. Bu faydalı mayalar Kandida Albikan mantarı (cilde, ağıza, bağırsaklara ve vajinaya bulaşan bir mantar) gibi tehlikeli mantarlar için de en iyi savunmadır. Bunlar bağırsak duvarını temizleyen, saflaştıran, güçlendiren özel SWAT timleri gibidir. Bu mikroorganizmalar vücudun Escherichia coli, Salmonella gibi tehlikeli patojenlere ve bağırsak parazitlerine karşı daha etkili bir savunma yapmasına yardımcı olurlar. Bağırsak Floranızı Optimize Edin Zayıf bakteri dengesi kan şekerindeki dengesizliklere, kilo almaya, zayıf bağışıklık, düşük enerji ve hazımsızlık gibi birçok rahatsız edici şeye sebep olur. Kefir, vücudunuzdaki mikroflorayı dengeleyerek tüm bu problemlerin çözümünü bulacağınız adrestir. Aktif maya ve bakteriler besinlerin bağırsakta emilimini sağlar ve az bulunan mineraller ile B vitaminlerinin alınımını artırır. Her alanda faydalı içeriği, iyileştirici ve sağlık bakım etkisi sağlar. Bunun gibi fermente ürünler maksimum sağlık ve uzun ömür için vücudu temizler, iç ekosistemi dengeler. Kaynaklar Mehmet Ozel tarafından blog bölümünde kaleme alınmıştır.
  14. Spor ve egzersiz nasıl vücudumuza faydalıysa, müzik de aynı şekilde beynimize faydalı. Sadece müzik dinlediğimiz zaman bile beynimizde birden çok alan aktif hale geliyor, beynimizi çalıştırmış oluyoruz. Ancak asıl fayda bir enstrüman çaldığımız zaman ortaya çıkıyor, bu şekilde beynimize sıkı bir egzersiz yaptırmış oluyoruz. Bu Ted videosunda enstrüman çalmanın uzun vadeli olumlu etkileri akıcı bir şekilde anlatılıyor. Videoyu Türkçe alt yazıyla izlemek için videonun altındaki bantta yer alan ayarlar menüsünden Türkçe alt yazıyı seçebilirsiniz. Müzik dinlediğinizde, buna beyninizin birden çok bölgesi dahil ve aktif olur. Ama aslında bir enstrüman çaldığınızda bu etkinlik bütün bir beyin egzersizine dönüşür. Peki neden? Anita Collins, bir müzisyenin enstrüman çalarken beyninde patlayan havai fişekleri anlatıyor ve bu zihinsel egzersizin uzun dönemli olumlu etkilerini inceliyor. Ders: Anita Collins, Animasyon: Sharon Colman Graham Konuşma metnini de ekleyelim, belki okuyarak durumu çözmek isteyen arkadaşlarımız olabilir. Çeviri: Mehmet Bostancı "Müzisyenler enstrümanlarını her ellerine aldıklarında beyinlerinde havai fişekler patladığını biliyor muydunuz? Müziği okurken, kesin ve çalışılmış hareketlerini yaparken dışarıdan sakin ve odaklanmış gözüküyor olabilirler. Ama beyinlerinin içinde bir parti dönüyordur. Bunu nasıl mı biliyoruz? Son 20 - 30 senede sinirbilimciler, gerçek zamanlı incelemelerle beynimizin nasıl çalıştığı hakkında dev buluşlar yaptılar. Bunun için FMRi ve PET tarama aletleri kullandılar. İnsanlar bu makinelere bağlandıklarında okumak veya matematik problemleri çözmek gibi görevlerin her birinin beyinde karşılığı olan bölgeleri ve bunların o andaki etkinlikleri izlenebilir. Araştırmacılar katılımcılara müzik dinletince, havai fişekler gördüler. Beyinlerinin birden çok bölgesi aynı anda parlıyordu. Sesi işleyip melodi ve ritm gibi öğelerine ayrıştırdıktan sonra hepsini geri bir araya getirerek birleşik bir müzik deneyimi oluşturuyorlardı. Ve beynimiz bütün bu işi, müziği ilk duyduğumuz andan ayağımızla tempo tutmaya başlayana kadar geçen kısacık anda yapıyor. Fakat bilim adamları, müzik dinleyenlerinkinden ziyade müzisyenlerin beyinlerini incelemeye döndüğünde, küçük havai fişekler dev bir şölene dönüştü. Ortaya çıktı ki, müzik dinlemek beyni gayet ilginç etkinliklere soksa da enstrüman çalmak beyinde bütün bir vücut egzersiziyle eşdeğer. Sinirbilimciler beynin birden çok alanının parladığını, aynı anda farklı bilgileri karışık, birbirleriyle ilgili ve şaşırtıcı derecede hızlı serilerle işlediğini gördüler. Ama müzik hakkında beyni böyle aydınlatan şey nedir? Bu araştırma hala yeni sayılır fakat sinir bilimcilerin gayet iyi bir fikri var. Bir enstrüman çalmak beynin hemen hemen bütün bölümlerini aynı anda meşgul ediyor, özellikle de görsel, işitsel ve motor kortekslerini. Ve başka herhangi bir egzersiz gibi, enstrüman çalmaya disiplinli ve planlı çalışma, bu beyin işlevlerini güçlendiriyor ve bu güce başka aktivitelerde başvurmamızı sağlıyor. Müzik dinlemek ve enstrüman çalmak arasındaki en bariz fark, ikincisinin beynin iki yarımküresi tarafından da kontrol edilen ince hareket becerilerine ihtiyaç duymasıdır. Aynı zamanda sol beyinin daha ilişkili olduğu sözel ve matematiksel keskinlik ile sağ beyinin öne çıktığı yenilikçi ve yaratıcı içeriği birleştirir. Bu sebeplerden, enstrüman çalmanın beyindeki corpus callosum bölümünün, yani iki yarımküre arasındaki köprünün hacmini ve etkenliğini arttırdığı bulunmuştur. Böylece beyinde mesajlar daha hızlı ve daha çeşitli yollardan iletilebilir. Bu, müzisyenlerin hem akademik hem de sosyal ortamlarda sorunlara daha etkili ve yaratıcı çözümler getirebilmesini sağlar. Müzik yapmak, duygusal içeriğini ve mesajını üretmeyi ve anlamayı da kapsadığı için, müzisyenlerin genelde daha yüksek seviyelerde yürütme işlevi vardır. Yani planlamayı, strateji üretmeyi ve detaylara dikkati içerirken aynı anda kavramsal ve duygusal alanları analiz etmeyi gerektiren birbiriyle bağlantılı görevler kategorisi. Bu becerinin aynı zamanda hafızamızın çalışma sistemine de etkisi vardır. Ve gerçekten de, müzisyenler anılarını daha hızlı ve efektif yaratarak, saklayarak ve anımsayarak gelişmiş hafıza becerileri gösterirler. Çalışmalar, müzisyenlerin yüksek derecede bağlantılı beyinlerini her bir anıya birden çok etiket vererek kullandığını bulmuştur. Örneğin; kavramsal bir etiket, duygusal bir etiket, işitsel bir etiket ve bağlamsal bir etiket... Adeta iyi bir internet arama motoru gibi. Peki, bütün bu faydaların örneğin spor veya resim yapmak yerine sadece müziğe özel olduğunu nasıl biliyoruz? Ya da müziğe başlayan insanlar zaten en başından daha akıllı olabilirler mi? Sinirbilimciler bu konuları araştırdılar, fakat şimdiye kadar bulduklarına göre bir müzik aleti çalmayı öğrenmenin sanatsal ve estetik alanları diğer araştırılan bütün etkinliklerden farklı, diğer sanat dalları dahil. Ve aynı seviyede kavramsal beceri ve sinirsel işlem gösteren katılımcılar üzerinde yapılan birkaç rastgele çalışmaya göre, bir dönem müzik öğrenimi görmüş olanlar diğerlerine nazaran birden çok beyin bölgesinde gelişme gösterdiler. Enstrüman çalmanın zihinsel yararları hakkında yapılan bu yakın tarihli araştırma zihinsel işlemler hakkındaki anlayışımızı geliştirerek beynimizdeki harika orkestrayı yaratan iç ritmleri ve karmaşık etkileşimi ortaya çıkardı."
  15. Yankısız odalar, dünyadaki en sessiz yerlerdir ve negatif desibel cinsinden ölçülen arka plan seslerine sahiptirler. Bu odacıklarda birkaç dakika kaldıktan sonra kulaklarınız ortama alışır ve kalp atışınızı, kulaklarınıza nazikçe pompalanan kanı duyabilir ve bu nedenle yön değiştirirken hatta ayakta dururken sorunlar yaşayabilirsiniz.
  16. Açıkcası D-SLR gibi makinelerle zaten çok odaklı bir amacınız yok ise uğraşmanıza değmez, hem vaktinize, hem paranıza yazık olur. Ortalıkta bu tarz çok fazla insan dolaşıyor, bir makine bir lens hop aynada kendi fotoğrafını çekip fotoğrafçıyım diyor. Olmaz, saygısızlıktır. Bir de sizin gibi kendini bilen, ihtiyacına göre hareket etmek isteyen dostlarımız var, iyi ki de varlar. Dengeyi sağlayan kanat sizsiniz bu dengesizlik içerisinde çünkü, inanın bana. Dijital bir makineyle, günlük çekimlerinizi gayet keyifli bir şekilde idare edebilirsiniz. Peki alırken nelere dikkat edeceksiniz? Şimdi sizin yerinize girdim MediaMark, Teknosa gibi bir dükkana, raflarda koruma kilitli aletler duruyor, açılabiliyor, çekim yapılabiliyor, 1 metre mesafeden dışarı çıkarılamıyor kilitten dolayı. Görevli arkadaşla muhattap olmadan makineyi açıyorum, otomatik moduna alıyorum ve flash’ı açıyorum. Önce bir yanımdaki arkadaşımı çekiyorum, sonra hareket ederken çekiyorum, el kol oynatırken. Sonra flash’ı kapatıp ortam ışığı ve spotlar ile aynı işlemi tekrarlıyorum. Sonra açıyorum flash’ı tekrar, hemen rafta bulunan etikete odaklamaya çalışıyorum makineyi, farklı uzaklıklardan, yazıları ne kadar yakından/uzaktan netleyebildiğine bakıyorum; ne kadar sürede, ne kadar netleyebiliyor? Çekiyorum fotoğrafları, sonra yanımdaki arkadaşımla beraber LCD ekranından bakıyorum, hangileri net, istediğim gibi, profesyonel detaylara dalmadan, gördüğüm görüntüye, kullanılabilirliğine, işlem yapma hızı, fotoğraflar arasındaki geçiş süresi gibi detaylara da arada göz atıyorum. Çok özel bir amacım yoksa maksimum 4 ya da 5 makineyi deniyorum (ki zaten promosyon, yeni ürün vs derken hep aynı Megapiksel ve özelliklerde aletler ucuzdan pahalıya doğru dizilmiş oluyor genelde) ve hop gözüme kestirdim bile bir tane. Alıyorum çıkıyorum. Netlik, keskinlik, renk yumuşaklığı, tonlama hassasiyeti, diyafram hızı, işlem hacmi, piksel oranı, dpi basma özelliği; ne gerek var, günlük kullanıcam, başımı ağrıtmasın yeter diyorum dönüp gidiyorum.
  17. Muasır medeniyet sözünü; İçinde bulunulan asırda hayatın her alanında sosyal olarak, ekonomik olarak, kültürel olarak , bilimsel olarak en ileri, en gelişmiş gücü ve imkanı yine en fazla olan devlet , millet topluluğu olarak geniş bir bakış açısıyla tanımlayabiliriz. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ; Günümüz teknolojisi ile Uzay çalışmalarının yapıldığı gökyüzünün ötesine, binlerce yıl önce kadim Türk medeniyetinin, kültürünün , yaşayışının göğe bakarak akıl yoluyla şekillendiğini elbette bilmekteydi. Bu sebeple 10. Yıl Nutkunda; diyerek toplumuzun her bir bireyinin bilimde her türlü gelişmeyi yapabilmesi için bizzat sözleri ile teşvik etmiştir. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ; Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), Türkiye Cumhuriyetimizde bilim ve teknoloji de muasır medeniyetler seviyesinde finansal destek sağlamaktan ve temeli için alt yapı ve kurumları tesis etmekten sorumlu bilim koordinasyonu sağlayan devlet teşvik kurumlarımızdır. Bilimsel kurumlarımızın devlet teşviki ile bilimsel çalışmalarda başarı sağlayacağı aşikardır. Eğitim kurumlarında bilimsel araştırma teşviki, bilimsel araştırma yapmak için bilim ile uğraşan her bireyin maddi ve manevi destek almasını sağlayacak düzenin kurulması yine bilimi öncelik edinmiş devlet yönetimi ile mümkün olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti devletimizin araştırma ve geliştirme olan AR-GE ‘ye yatırım yapması , bilimsel olan her şeye merakın ve azmin uygulayıcısı olan bireylerin, kişisel araştırmalarına da destek olması , bağımsız ve bilimsel araştırma yapan, milli çıkarımız ile uyumlu olan kurumların oluşturulması gerekiyor. Zira yüksek araştırma bütçelerinin milli çıkarlarımız ile uyumlu bağımsız kurumlar tarafından da desteklenmesi gereklidir. Bu bağımsız kurumlarında milli çıkarlarımıza uygun olan kurumlardan oluşturulması önemle dikkat edilecek bir husus. Bilim yaşamımızın her alanında sosyal, ekonomik, kültürel olarak bizi muasır medeniyetler beşiği , merkezi yapacaktır. Bilim güvenliğimizi sağlayacak, uluslararası toplumda söz sahibi yapacak öz güvendir. Bilim cehaletin karşısına dikilecek en etkili güçtür. Bilim etik olarak yapıldığında; saman yolumuzu, gezegenimizi, doğamızı, kişilik haklarımızı da koruyacaktır. Türkiye Cumhuriyet’in geleceğini ve yolunu belirleme de, bilimi rehber edinmiştir. Atatürk’ün bilimsel, akılcı ve gerçekçi bir düşünceyi Türk toplumunun bütün alanlarına egemen kılmak çabası bağımsızlık mücadelesinde muhakkak etkili olan bilimsel kişiliğindendir. Atatürk insan aklına çok değer verirdi. Atatürk’ün kendi ifadesine göre ” Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur”. Bu ifade Atatürk’ün tüm yaşamı boyunca temel hayat görüşü olmuştur. Akılcılığı sonucu batı felsefesini araştırıp incelemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün her toplantıda, halka hitaplarında , mecliste Türk milletini bilime teşvik edici sözlerinin izcisi olmalıyız. Zira Atatürk diyor ki; Evet; ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında ulusumuzun düşünce bakımından eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve fen olacaktır. (1922; S.D. II ) Mustafa Kemal Atatürk , bilim ve teknolojinin dışa bağlı bağımlılık, esaretin önünde en büyük engel olabileceğini belirtmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bu sözü ile muasır, çağdaş toplumun temel kuralına bilim ve teknolojiyi takip ederek ulaşılabileceğini ifade etmiştir. Devletimizin gelişmiş, kalkınmış muasır medeniyetler seviyesinden bile ileri de olması bilişim, bilim ve teknolojideki gelişmeleri üretecek donanım , eğitim ve teşvik sağlaması vazifesidir. Bilişim çağı olan bu çağda, teknoloji çağı olan bu çağda , uzay çalışmaları araştırmaları yapılan bu çağda; geleceğimizin daha rahat, refah içinde, kısa ve zamanında olumlu çözüm alabilmesi için bu şarttır. Zira yaşamın tüm alanlarında bilimsel gelişmelere uygun bir yol izlemek gezegenimize, doğaya, insanlığımıza fayda sağlayarak gelişmemiz için gereklidir. Zira mavi gezegenimizde çok dinamik gelişmeler olmaktadır. Bilim, teknik yanında iletişim alanında da bu gelişmeleri fark etmemek ve bu teknolojik ve bilimsel gelişmeler de çalışmalar, araştırmalar yapmamak, bizi muasır medeniyetlerden uzaklaştırarak , cehalet karanlığında en ufak sorunlarımızı bile çözememe acizliğinde yok oluşa götürecektir. Son olarak Mustafa Kemal Atatürk ‘ün bilime teşvik edici sözleri ile düşünmek bizlerin şuurlarında tesir etmesi temennisiyle; Gazi Mustafa Kemal Atatürk. 22 Eylül 1924, Samsun. (22 Eylül 1924 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun İstiklal Ticaret Mektebinde öğretmenler tarafından verilen çay ziyafetindeki konuşmasından bir bölüm.) Yazı Blog bölümünde Zeynep Han Dikmen tarafından kaleme alınmıştır.
  18. Horozun ötmesinin insanları uyandırma arzusu ile bir ilgisi var mı? Horozun sabah erkenden, gün doğarken ötmesinin, insanları uyandırma arzusu ile bir ilgisi yoktur. onlar kendileri için öterler. Aslında horozlar gün boyu öterler ama gün ağarırken ötmeleri daha kuvvetli, daha canlıdır. ortalık da iyice sessiz olunca çok uzaklardan bile duyulabilir. horozların ötüş tempoları öğleden sonra saat 3’e doğru düşer. horozların ötmeye başlamaları tam şafak vakti veya çok az öncedir. Gerek doğan güneş’in ışığının etkisini gerekse yine aynı zamanda ötmeye başlayan diğer kuşların seslerinin etkilerini ölçmek amacıyla horozlar ışık ve ses geçirmez bir bölmeye konulmuşlar ama yine aynı saatte ötmeye başladıkları görülmüştür. buradan da sabah sabah ötmenin horozun biyolojik saatinde ayarlanmış olduğu anlaşılıyor. Sabah güneş doğarken ötmek sadece horozlara mahsus değildir. kulağa en çok horozun sesinin gelmesi, onun sesinin diğerlerinden daha güçlü olmasındandır. Kuşların büyük çoğunluğu da aynı saatlerde dallarda koro halinde ve kuvvetlice öterler. gün boyu kuşlardan duyabileceğiniz en büyük ses hacmi bu saatlere rastlar. Bu sabah ötüşünün nedeni kuşun kendi hakimiyeti altındaki alanı belirtmesidir. horoz da her ne kadar uçamasa da bir kuş türü olduğundan onun da sabah ötüş nedeni aynıdır. ‘her horoz kendi çöplüğünde öter’ ifadesi bu bakımdan çok doğrudur. öterek o gün boyu kendi alanı içinde olan kümesin ve tavukların yanına kimsenin özellikle diğer horozların yaklaşmamasını ikaz eder. Gerek horozun gerekse diğer kuşların gün içinde ötmelerinin nedeni ise farklıdır. bu ötüşler, yiyeceği, tehlikeyi haber veren, diğerlerinin gözden kaybolmamaları için ‘ben buradayım’ mesajını veren, zaman zaman da aşkım ifade eden iletişim ötüşleridir. Bilim böyle diyor siz istediğinize inanın…
  19. 2015 yılında okyanusun dibinde iri 'Manganez yumruları' bulunmuştur. Bunlar elektrikli otomobil aküleri için gerekli tüm bileşenleri içerirler. Toplam kütleleri 200 milyondan fazla pil üretmeye yetecek kadardır ve bunların değerinin 16 trilyon dolara kadar çıktığı tahmin edilmektedir. Sadece toplamak gerekir. Bunlar, derin deniz madenciliğinin en kolay meyveleri olacak. Yeni kıta keşfetmek kadar değerli.. Deniz madenciliği mavi vatan doktrinimizin yavaş yavaş yer ettiği bu yıllarda önemi daha çok anlaşılacak bir alandır. Maden alanının genel bir görüntüsüne de göz atabilirsiniz.
  20. Nergiz Kaplan

    Covid19 ve Aşı Çalışmaları

    Şu güncellemeyi ekleyelim, dursun kenarda takip önemli..
  21. Eski bir proje gibi görünüyor ancak güncelliğini korursa ve iyileştirme çalışmaları devam ediyor sanırım, harika bir fikir.. Hayal gibi!
  22. Olmaz ya; cinnet geçirip, çırılçıplak soyundunuz.. Çıktınız uzay istasyonunun balkonuna, “lanet olsun atom fiziğine” dediniz intihar ediyorsunuz kendinizi uzay boşluğuna bırakıp.. Boşluk deneylerinde (vakum ortamı) kullanılan kobayların 15 saniyeye dek bilinçlerini yitirmedikleri gözleniyor. 15. saniyede bilinç yitiriliyor, yaklaşık 2 dakika içerisindeyse geri dönülemez hale gelip ölüyor canlı.. Kazara vakum ortamına maruz kalmış insanlarda bilinç yaklaşık 9 saniye açık kalıyor. Basınçsız ortamda derinize yakın yerdeki sıvılar buharlaşacaktır. Terlemenin vücudumuzu soğutmasıyla aynı mantıkla çalışan bir etki bu. Hafifçe soğuk hissedeceksiniz.. Sonbaharda ceketsiz çıkmış kadar ama birden buz kesmeyeceksiniz. Zira uzayın ortalama madde yoğunluğu santimetreküp başına bir atom olarak ölçülmüş. Bu ısı transferini imkansızlaştırır, ısınızı transfer edeceğiniz hiçbir şey olmadığı için etrafına ışıma yoluyla enerji yayan minnak çaplı bir güneş olursunuz. Sonra? Sonrasında iki durum var: ya ciğerleriniz patlar, ya da vücudunuzda gaz odacıkları oluşur ama Hollywood filmlerindeki gibi güm diye bin parçaya da bölünmezsiniz. Neden? Eğer ağzınız kapalıysa ve ani basınç yokluğunda ciğerlerinizdeki havanın çabucak çıkacağı bir kanal yoksa, ciğerleriniz parçalanır. Bu ne demek? Uzay boşluğuna düşerseniz ağzınızı açık bırakın demek. (kıçınıza tıpa takıp gezmediğinizi varsayıyorum, o durumda karın zarınız bağırsaklarımızdaki gazın basıncıyla patlar ve ortalığı gerçek anlamda b.k götürür. Ya da tıpa gevşekse tıpayı fırlatırsınız, bu da uzay boşluğunda ciddi bir itme kuvveti verir, minnak çaplı bir roket olursunuz. Vücudunuzdan ayrılmayan sıvılar uzaydaki vakum etkisiyle küçük odacıklar oluşturur. Kanınız tamamen buharlaşmaz ama damar yollarında da küçüklü büyüklü gaz balonları oluşur. Kan dolaşımı imkansız hale gelir. Sonra? İnsan vücudu yaklaşık 600 watt’lık kızılötesi ışıma yapıyormuş, vücudumuzdaki doğal radyoaktif elementlerin saniyede 1 microremlik ışımasını ihmal edersek. Yani ışıma yoluyla saniyede 600 joule enerji yayıyorsunuz. (Peki gündelik hayatta neden hemen soğumuyoruz? Zira başta güneş ve diğer ısı kaynakları bizi ısıtıyor.) 70 kiloluk, 37 derece / 310 kelvin vücut sıcaklığına sahip bir birey olduğunuzu düşünelim. Uzaydaki radyasyonun sıcaklığı olan 3 kelvine / -270 celsiusa (uzay boşluğunun sıcaklığı) düşmeniz için ne kadar zaman geçer? Matematiksel hesabı uzun, okuyucuyu sıkmayayım. Sonuç: Dünya gün’ü olarak, yaklaşık 1.5 gün.. (Tabii bu iş bu kadar basit değil. Işımamız vücudumuzdan homojen şekilde gerçekleşmiyor ve ısımız düştükçe ışımamız da düşüyor. Üstelik 600 watt değerini basit bir google aramasında karşıma çıkan ilk sonuca göre verdim. O yüzden hesap çok isabetli değil.) Yine de, anında buz gibi olmayacağımızı, öldükten sonra cihanı bir tebessüm sıcaklığıyla ısıtmaya devam edeceğimizi net bir şekilde söyleyebiliriz.
  23. Kızılay bile kan bağışı ve plazma bağışı olarak reklamlarını çeşitlendirmek amacıyla çalışmalar yürütüyor. Mevcut hastalığı geçirmiş ve bünyesinde bağışıklık kazanarak hayatta kalan kişilerden bahsettiğiniz bu olay sürdürülüyor.
  24. Nergiz Kaplan

    Covid19 ve Aşı Çalışmaları

    Şu anki güncel durum ile kıyaslama yapalım.
  25. Limbik sistem dediğimiz yapı, canlıda içgüdüsel davranışlar, derine yer etmiş duygular, üreme, öfke ve hayatta kalma gibi temel hayvani dürtüleri oluşturur. Sistemin adı latince “sınır” ya da “kenar” anlamına gelen “limbus” kelimesinden türemiştir. Kabaca tarif etmek gerekirse beynin anatomik olarak ortasında ve beyin sapına doğru uzamış, serebrumun içindeki yapıdır ve beden sistemlerini düzenleyen beyin sapıyla üst düzey bilinci kontrol eden serebral korteks arasındaki bağlantıyı kuran bir köprü görevi de görür. Limbik sistem yapısal olarak; korteksin bir kısmını, amigdala, hipotalamus, talamus, mammilar cisimcikler gibi birçok yapıyı içeren bir birleşik sistemdir. Bu sistem koku duyusu gibi duyusal bileşenlerle bağlantılıdır ve bunları, özellikle beynin beklenti, ödül, plan yapma ve karar vermeden sorumlu alt frontal korteks gibi beyin alanlarıyla birleştirir. Daha da ilginç olan bir durum var ki o da; nazal kavite (burun boşluğu) ile limbik sistem arasında doğrudan bağlantı kuran, ve koku duyusunu algılamak ve iletmekle görevli olan olfaktör sinirlerdir. Bu sinirler, olfaktör reseptörler aracılığıyla koku moleküllerini tespit eder ve aktive olmuş reseptörler uyarıyı başlatır. Olfaktör sinirler koku bilgisini bilinçli farkındalığa ulaşmadan önce kısmen işleyebilir ve daha sonra bu bilgiyi, frontal lobun alt kısmında bulunan orbifrontal kortekse iletir.(hatırlayacağınız gibi frontal korteks geleceği tahmin etme, ödül, ceza gibi sistemler ve dolayısıyla duygular üzerine uzmanlaşmıştır.) Tahmin etmiş olabileceğiniz gibi kokunun insanlar için bu kadar etkileyici olmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Birçok insan daha hafızası yeni oluşmaya başladığı yaşlarda bile algıladığı bir kokuyu yetişkinliğinde hatırlıyor olabilir. Limbik sistem, içinde; hüpokampusu kuşatan, manzara ve mekanları izlerken aktif olan Parahipokampal girus, ağırlıklı olarak bellek ve duygusal yanıtlarla ilişkili olan badem şekilli Amigdala, bazal çekirdekler ve limbik sistem arası bağlantı kuran Orta beyin ve en önemlisi mekânsal farkındalık ve bellekten sorumlu olan Hipokampus (ismini deniz atına olan benzerliğinden alır) gibi yapıları içinde barındırır. Hipokampus aynı zamanda geçici bir bilgiyi ezberlenmesi için seçer ve uzun süreli bellek alanlarına gönderir. Hasar görmesi durumunda, eğer daha önceki anılar sağlam kalmış bile olsa, yeni anılar oluşmasını engelleyebilir. Sonuç olarak, limbik sistem bizim duygularımızı oluşturan ve çoğu zaman dürtülerimize yenik düşmemize sebep olan bir canavar olabilir. Ne olursa olsun bu kadar gelişmiş bir limbik sistemin hala insanda var olması, evrimsel süreçte sağladığı avantajlara bağlı olmalıdır ki zaten dönemin koşullarını düşündüğümüzde nedenini gayet açık bir şekilde görebiliriz. Ancak bu durum bazı sorular meydana getirebilir. Acaba günümüz koşullarında insan zihninin kullanımı, eski zamanlardaki gibi dürtülerden çok, günümüz koşullarına daha uygun olan mantıksal sistemlere yönelmiş ve serebral korteksin nesilden nesile gelişmesine sebep olmuş olabilir mi? Ve eğer böyle bir şey olduysa gelişmiş bir serebral korteks, limbik sistemi baskılayarak bizi daha duygusuz, şiddetten ve hayvani dürtülerden uzak bir hale getirebilir mi? Yoksa eski dönemlerdeki savaş ve saldırganlık oranlarını bugüne kıyasladığımızda çoktan bu tarz bir değişim olmuş mudur? Şimdilik net cevaplar var mıdır bilinmez ama yapılacak en güzel şey bekleyip gözlemlemek olabilir.

Hakkımızda

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel bilim haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Bilim Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız buradan iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...