Evrim kuramına göre tüm canlılar gibi insan da doğanın bir parçası, doğal seleksiyonun bir ürünüdür.
Modern biyoloğun gözünde canlılar dünyası, tüm çeşitliliğine ve gelişmişlik farklarına karşın mikrop, bitki, hayvan türleriyle birlikte insanı da kapsayan bir bütündür. Bu çerçevede, uzun jeolojik dönemlerde oluşan, yok olan, değişik biçimler alarak yaşamını sürdüren canlıların yanı sıra, doğal ya da yapay seleksiyonla ilerde ortaya çıkacak organizmaların hepsi söz konusudur.
İnsanı da içine alan tüm canlı türler, “daha basit” ya da “daha ilkel” diyebileceğimiz organizmalardan kaynaklanmıştır. İnsanın evrim sürecinde oluştuğu görüşüne karşı çıkanlara bir mikroskopik hücreden ergin insana ulaşan süreci göz önüne almalarını salık veririz. Hücrenin döllenmesiyle bölünme, büyüme, gene bölünme, gene büyüme sürecinde hücre sayısı milyarları bulan son derece karmaşık, yetkin bir organizma oluşur. Embriyodan insana uzanan bu oluşumda organizma, insan öncesi dönemlerde atalarımızın geçirdiği evrim aşamalarının işaretlerini taşıyan birtakım özellikleri açığa vurur.
Örneğin, organizmamızda taşıdığımız apandisit, gizli kuyruk gibi işlevsiz organlar, hayvan atalarımızdan kalan izlerdir. Bu tür izlerin geçerli başka bir açıklaması var mı, bilmiyoruz. Ne yönden bakılırsa bakılsın insanı doğadan koparmaya olanak yoktur. Ne var ki, teologları bir yana bıraksak bile, sıradan insanlarında gözünde yaşam, özellikle insan varlığı, bilinemez bir gizemdir.
İnsan, doğanın bir öğesi değil, doğadan ayrı, onun üstünde tanrısal bir yaratıktır; canlılar dünyasında ayrıcalıklı bir konumu vardır. Gerçekten öyle midir? İnsana ayrıcalık sağlayan bilinç ve dil, ilk bakışta sanıldığı gibi doğa dışı, Tanrı vergisi yetiler midir? Yoksa, bu yetilerimiz de diğer özelliklerimiz gibi hemen her aşamadaki canlılarda izlerine rastladığımız, özellikle gelişmişlik düzeyi yüksek hayvanlarla az ya da çok paylaştığımız doğal oluşumlar mıdır?
Bilim nasıl canlının kimyasal maddelerden kaynaklanmış olduğuna kanıtlar getirmişse, ruhsal yetilerimizin de biyolojik donatımımızdan kaynaklanan işlevler olduğunu göstermiştir. İnsanı diğer canlılardan ayrı tutmak, ona doğaüstü bir konum tanımak kuşkusuz gururumuzu okşayan bir tutumdur. Ama doğal bir oluşumu doğaüstü bir güç varsayımına başvurarak açıklamak bize ne denli yatkın gelirse gelsin bilimsel bir açıklama değildir.
Evrim kuramını benimsemek
Evrim kuramını benimsemede içine düşülen güçlüğün nedenlerinden biri kuramın gereğince anlaşılmamış olmasıdır. Ama daha önemli neden geleneksel koşullanma, önyargı dinsel ya da ideolojik bağnazlıktır.
Gerçekten yerleşik umut, özlem ve koşullanmalarımız irdelendiğinde kimi belirsiz varsayımlarla karşılaşmaktayız. Bunlardan belki de en köklüsü dünyamızdaki değişikliklerin tarihini insanla noktalanan bir ilerlemenin tarihi olarak görmek; ilerlemeyi rastlantılara da yer veren çevresel koşulların değil, ya Tanrısal istencin ürünü ya da sıkı neden-sonuç ilişkisi içinde amaçlı bir eylem saymaktır. Buna yakın bir başka varsayım da, doğadaki canlıları çevreleriyle tam uyum içinde saymak, dünyanın kuruluş ve düzenini yerinde bulmaktır.
Bağnazların yanı sıra pek çok kimse de evrim kuramını, özellikle doğal seleksiyon hipotezini bu çoğu kez bilinç-altı tutulan sayıltılara ters düştüğü duygusu altında reddetmiştir.
Hemen belirtelim ki, evrim süreci belli bir amaç içermemekle birlikte gelişigüzel bir değişme de değildir. Darwin rastlantı saydığı bireysel ve türel varyasyonlara doğal seleksiyonun kullandığı malzeme ya da ham madde gözüyle bakmıştır.
Gelişigüzel değişme fikrine ısınamayanlar, doğal seleksiyona da yabancı kalmışlardır. Örneğin, dünyanın belli bir düzene bağlı olduğu varsayımından kalkan Arthur Koestler gibi düşünür ve sanatçılar Darwin kuramına, evrim fikrini rastlantı varyasyonlara dayalı amaçsız bir değişme saydığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır. Bu tavır aslında oldukça yaygın olan duygusal bir tepkiyi yansıtmaktadır. Nitekim doğal seleksiyonu “kör bir düzenek” diye niteleyen Bernard Shaw, Darwin kuramından hoşlanmadığını söylerken kendisiyle birlikte daha pek çok yazar ve sanatçının tepkisini dile getiriyordu. Bilim adamları arasında bile insanın hayvan dünyasının bir uzantısı olduğu düşüncesine tepki gösterenler vardır.
Evrim kuramını Darwin’le paylaşan A.R. Wallace:
Örneğin, insanın hiç değilse beyin yapısı bakımından hayvanlardan ayrı tutulması gereğine inanıyordu.
Jeolojinin kurucusu Charles Lyell de, tam bir kararlılık içinde gördüğü dünyada bir gelişme ya da ilerlemeden söz edilemeyeceği görüşündeydi. Ona göre ilerleme yalnızca dünyaya moral bir düzen yükleyen insana özgüdür.
Gene insanın özlemlerini, kendini beğenmişliğini ve belki de bencilliğini yansıtan “antroposentrizm” denen bir başka tutumla karşılaşmaktayız. Buna göre insan doğanın dışında, evrim ondan ayrı değil, onun içindedir. Ne var ki, tüm doğa bizim için, bize yönelik, sanki salt bize ulaşmak için vardır.
İnsan doğanın varlık nedeni, yönelik olduğu hedeftir. “Dönemin, en iyi kurgu-bilim filmi” diye nitelenen 2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Macerası) filmi bu anlayışı yansıtmaktadır. Değindiğimiz iki anlayış da bilimsel değil, duygusal ya da metafizikseldir. İnsan ne doğadan ayrı, kendine özgü bir varlık, ne de doğanın yönelik olduğu yetkin, “ideal” bir yaratıktır.
Evrim bir gerçeklik…